Sufi Yolu: Az Seçilen Yol

İnsanların büyük bir kısmı— %99.99’undan bahsediyorum—dinlerini, öğretilerini, inançlarını, yalnızca başkalarının onlara öğrettikleri şekilde yaşarlar. Sorgulamaz, hissetmez, kalplerini işin içine katmazlar. Çoğu zaman inanç zannetikleri, aslında toplumun örf, adet ve geleneklerinin aktarımıdır. Ben de bu şekilde büyüdüm. Ailem dindar bir aile değildi ama sonuçta toplum ve çevre bana bir inanç kalıbı aşılamıştı.

Dini araştırmaya ve din hakkında konuşan, vaazlar veren insanların aralarında bulunmaya başladıkça, hiç bitmeyen kavgalara, tartışmalara şahit olmaya başladım. Sakal, cübbe, şu haram, bu haram, sen cehennemliksin, bunu yanlış yapıyorsan, şunu yanlış yapıyorsun. Tartışmalar, kavga, dayatmalar, yargılar… Herkes birbiriyle didişiyordu.  Sonra bir noktada durup şunu fark ettim: Din dediğimiz şeyin özü bu olmamalı. Bu Yaradan’ın yolu olamaz.” Allah’ın yolu, kalple olmalıydı, sevgiyle olmalıydı, yumuşak olmalıydı.

Bu farkındalıkla kendime bir söz verdim. Eğer inanacaksam bana kopyala+yapıştır şekilde öğretilenlere inanmayacağım, kalbimle hissettiğime inanacağım.

Ama önce bana öğretilenlerin dışındakileri de okumalıyım. Bu yüzden farklı kitaplar okumaya başladım. Önce İslam dini karşıtı olan yazanları, Turan Dursun, İlha nArsel gibi kişileri okudum. Sonra ateizm üzerine yazan Richard Dawkins Tanrı Yanılgısı, Kör Saatçi gibi kitaplarını okudum. Onları okudukça şunu gördüm: onlar da sürekli birbirleriyle bir çatışma içindeler. O Din yalan diyor, o gerçek diyor. Bir diğeri Tanrı yok, diyor o Tanrıyı kanıtlamaya çalışıyor. Bitmeyen bir kavga. 

Sonra bu tartışmalardan uzaklaşıp Doğu Felsefelerine yöneldim. Hinduizm, Budizm. Budizm’in içinden doğan Zen ve yine doğuda filizlenmiş Tao… Orada da muhakkak tartışmalar kavgalar vardı ama daha sessizdi. Ve bazı gönül insanları vardı, onların söyledikleri bizim tasavvufun söylediklerine yakındı. Çünkü onlar yaradana kavgayla, tartışmayla, akılla kanıtlamaya çalışarak değil, gönülle ulaşmaya çalışıyorlardı. 

Bu yolculuktan sonra tekrar öze, Sufi öğretilerine geri geldim. O zamanlar ney de üflemeye başladığım iyice, bu yüzden Tasavvufla daha içli dışlı olmaya başladım. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin sözlerini, düşüncelerini, felsefelerini öğrenmeye başladım. Ve şunu gördüm: Sufi, tartışmaların, kargaşaların, kavgaların ötesinde durur. O, kalbinde Yaradan’ı hissetmeye çalışır. Başkasına “senin yolun doğru, senin yolun yanlış demez. Ben kalbimle Allah’la bağ kurabiliyor muyum?” diye sorar sadece.

Sufi, kendi inancı için dışarıda kanıt aramaz. “Bu bilimsel mi? Akla yatkın mı? Mantıklı mı?” diye sorgulamaz. Çünkü kalp, kanıt aramaz. Kalp hissetmek ister. Tıpkı bir çiçeğin kokusunu tarif edemeyeceğiniz ama hissettiğinizde tanıyacağınız gibi.

Sufizm bize şunu öğretir: Bu yol gönül yolculuğudur, akıl yolculuğu değil. İşte bu yüzden rehberin daima gönlün olsun, omzunun üstündeki başın değil” der.

Zaten Kur’an, “Biz sana şahdamarından daha yakınız” diyordu. Bir hadis-i kudside ise Allah: “Yere göğe sığamadım, samimi bir kulumun kalbine sığdım.”  diyordu. Hacı Bektaş-ı Veli: “Kızıllık nardadır, saçta değildir. Dervişlik baştadır, tacda değildir. Her ne ararsan kendinde ara; Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir.” diyordu.

Anladım ki, sufi yolu gönlün yolu. Aklın uyanışı değil, kalbin uyanışı. Bu yol dışarıda bir şey aramakla değil, içeriye bakmakla başlar. Kalbinizin size söylediklerini dinleyene kadar hakikati bulamazsınız.

Sufi, sevgiyle ve içsel teslimiyetle Yaradan’a ulaşır. Onun yolu başkalarını yargılamak değil, kendi yolunda derinleşmektir. Sufizm’in özü, aşkın ve özgürlüğün yoludur. Bu yüzden, kalbinize dönün, der. Çünkü hakikat orada.

Bu yolculuğun devamında cemaat ile cemiyet farkını keşfettim sonra. Ve anladım ki “cemaat” ve “cemiyet” arasında köklü bir fark var. Cemaat, çok sayıda insanın bir araya geldiği, genellikle bir kişinin düşüncelerinin sorgulanmadan kabul edildiği bir yapı. Herkes aynı düşünür, aynı söyler, bu bir yol. Cemiyet ise bambaşka. Cemiyet birbirinden farklı düşünen ve bu farklılıkları kucaklayan az sayıda insanın bir araya gelmesidir. Orada çeşitlilik vardır, farklı renkler ve sesler bir uyum içinde harmanlanır.

Ve fark ettim ki, ben bir cemiyet insanıyım. Aynılıklar değil, farklılıklar beni cezbediyor. Ve sufilerin yolunu inceledikçe, onların da böyle olduğunu anladım. Sufiler, yalnızca kendileri gibi düşünenlerle değil, her kesimden düşünce ile, insan ile, fikir ile bir araya gelmişler. Kimseyi dışlamamış, kimseyi ayırmamışlar. Ve şöyle demişler, “herkes kendi yolculuğunu yaşasın” Elbette bu yüzden çok eleştirilmişler, ama onları bugüne taşıyan da, farklılıklarla bir arada sevgiyle yaşayabilmeleri olmuş.

Bu yüzden benim yolum da az insanın seçtiği yol. Küçük yaşlarımdan itibaren ne bir ideolojiye ne de bir cemaate bağlandım. Her zaman az ama anlamlı bir bağın olduğu, birbirinden farklı düşünebilen insanların oluşturduğu cemiyet fikrini sıcak buldum.

Bugün milyonlarca takipçim olmasına rağmen, öğrencilerim çok az sayıdadır. Onlar, farklılıklara saygı gösteren, kimseyi düşünceleri nedeniyle yargılamayan, kalbi temiz insanlar. Ve onları seçerken de bu değerlere dikkat ediyorum. Çünkü biliyorum ki, Yaradana giden yolu kalpte aramak ve farklılıklarla bir arada sevgi içinde yaşayabilmek en önemlisi.

Zaten sanırım bu insanlar çok fazla olamazlar ve çok fazla olmalarına gerek de yok. Çünkü samimi, dürüst ve kalbi açık az sayıda insan bile dünyayı güzelleştirmeye yeter. İşte benim yolum bu: Kalbin yolu, sevginin yolu… Az seçilen yol.

Son olarak şunları söylemek istiyorum:

Sufi yolu kalbin ve aşkın yoludur. Bu yol, tartışmaların ötesinde, Yaradan’a sevgiyle ve teslimiyetle varmayı öğretir. Kimi zaman bu yol yalnız yürünür, kimi zaman da gönlü güzel dostlarla.

Umarım bir gün yollarımız kesişir. Ve duam odur ki, senin yolun her daim gönlü güzel insanlara varsın. Çünkü kalpten kalbe yol gizlidir; o yolu bulana aşk rehber olur.