Not: Bu yazı evrime inanan veya yaratılışa inanan insanlara da zıt gelmeyecek bir şekilde yazılmaya çalışıldı, nedenini birazdan anlayacaksınız. Bu yüzden önyargılarınızı bu yazı boyunca bir kenara bırakın, merak etmeyin yazı bitince onlara tekrar sahip olacaksınız :)
Evrim inancı ya da teorisi: Bugünkü modern insan (Homo Sapiens), suda başlayan ve milyonlarca yıl içinde doğal seleksiyon yöntemiyle karaya çıkan hayvanlar, sonrasında da maymunlardan Homini cinsine en son Homo Sapiens insana dönüşüm sürecini anlatır. Biyoloji’ye göre evrim ise, canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanma sürecidir.
Yaratılış inancı: Allah veya Tanrı (her kültürde ismi değişebilir), tüm canlıları yaratmıştır ve bir çok din (İbrahimi dinler veya Kur’an’a göre hak dinler) Adem ile Havva’dan geldiğimizi söylemektedir.
Yukarıdaki iki inancın da ortak savunduğu bazı görüşler vardır. Bunlardan biri insanlık tarihi, diğeri de bedenimizin işleyiş şekli.
Dinin ilk insan, bilimin ise homosapiens (latince: düşünen insan) dediği insanlık tarihi tahmini 150 ila 200 bin yıl önceye dayanıyor. Elde edilen fosil kayıtları insanlığın avcı toplayıcı yaşam tarzından ateşi buluşu, sonrasında tarımı keşfedip yerleşik hayata geçmesi ve böylece günümüze geldiğini anlatıyor. Dini açıdan bakacak olursak ilk insan Hz. Adem’in tüm sırları bildiği varsayılır, peki neden medeniyet, yazının bulunması vs. tarihi en fazla 20.000 yıl geriye gidiyor?..
Din bilginleri bu konuya iki açıklama getiriyor. Birincisi Hz. Adem’e verilen sırlar, çocuklarının çatışması veya anlaşamaması sonucu dağılan ailelerin de etkisi ile kayboldu. Mesela yeni doğmuş bir çocuğunuz olduğunu varsayalım. Onu Afrika ormanlarının birine bırakıyorsunuz. O farkında olmadan onu besliyorsunuz ama beslemek dışında başka hiçbir müdahelede bulunmuyorsunuz. Böyle bir çocuk kendi hayat süresi içinde genetik anlamda daha avantajlı olmasına rağmen ne ateşi keşfedebilir, ne yazıyı ne de dili.. Yani bunların mutlaka aktarılması gerekir. Bazı din bilginleri bu aktarımın yaşanmaması sonucu bu duruma gelindiğini söylüyor. Bir diğer açıklama da Nuh Tufanı… (Bu anlatamayacağım, internetteki herhangi bir yerden okuyabilirsiniz.)
Her ne şekilde bu günlere geldiysek gelelim, yine bilimle dinin ters düşmediği nokta bedenimizin işleyiş şekli.
Bedenimiz bir hayvanınki gibi çalışır, tek amacı hayatta kalmak ve sonrasında üremek, çoğalmaktır. İnsanı insan yapan (ya da farklı kılan) bilime göre bilinci, dine göre ruhudur.
Yunus Emre bir şiirinde şöyle der:
Yunus öldü deyu (diye)
Sela verirler
Ölen hayvan imiş,
Aşıklar ölmez.
Burada Yunus Emre bedeninin bir hayvan olduğunu, onun bir gün çürüyeceğini ama ruhun ebedi kalacağını söyler. Dini inançlarda beden sadece geçici bir evdir, aslolan ruhtur.
Bir çok tassavvuf öğretisinde nefis terbiye edilir, böylece bedeni (hayvani) zevklerden ve onun zincirlerinden kurtulup, ruhani bir seviyeye yükselir. (Hristiyan, Musevi, Budist mistikleri de benzer inançları savunur.)
Peki bilime göre de, dine göre de hayvansı olan bu bedenimizin zihnimiz üzerindeki etkileri nelerdir? Aslında çoğu tassavvuf öğretisi bedenimizin zihnimiz üzerindeki zararlı hayvani yönlerini kontrol etmeyi ya da yok etmeyi öğretir. İnsanı zararlı hayvansı yönlenirden kurtarmaya çalışır. Evrimsel psikoloji ise bu etkileri anlamaya çalışır.
Peki evrimsel psikoloji nedir? Evrimsel psikoloji atalarımızın yaşadığı onbinlerce yıl boyunca, bulundukları koşullarda yaşabilmek için uyum (adaptasyon) sağlama mekanizmalarının bu günkü psikoloji ve davranışlarını nasıl etkilediği üzerine çalışır. Bu konuda evrimsel biyolojiden yardım alır.
Mesela bir çok insan hayatında hiç yılan görmemiş olsa da yılandan korkar, bunun nedeninin genlerden aktarıldığı konusunda yaygın bir düşünce vardır.
Aynı şekilde doğuştan gelen iki korkumuz vardır, biri yükseklik korkusu diğer ise yüksek sestir. Yüksek ses bizi tehlikenin yaklaştığını haber verir, insanlar birbirlerine tehlikenin yaklaştığını bağırarak haber verirler. Bugün bile ‘kaaaaaç, çabuuuk kaaaçççç’ gibi yüksek sesle bağırarak arkadaşlarımızı uyarırız. (Bazı korkular da bilinç geliştikçe ortaya çıkar.)
Şimdi gelelim tüm bu olayların bizi etkileyen kısımlarına; Varoluşun bizi güdülediği dört temel prensip vardır:
1) Hayatta Kal! : Bedenimizin ilk önceliği hayatta kalmak, ölmemektir. Atalarımız için hayatta kalmak ilk önce yemek bulmak demekti. Ve yemeklerini bugünkü gibi süpermarketten almıyorlardı, bazen bir avın peşinden aç bir şekilde 3 gün koşabiliyorlardı. Şimdi düşünün, insanların canları sıkkın olduğunda ya da mutsuz olduklarında ilk gittikleri yer neresidir?.. Buzdolabı… Sadece düşünün.
2) Üre ve aile ol! : Eski zamanlarda insan nüfusu az olduğundan ve kabile şeklinde yaşanıldığından nüfusun artışı her zaman avantajdı. Tek başına kimse hayatta kalamazdı, oysa ne kadar çok ürerlerse aile o kadar büyürdü. Özellikle erkek çocuk daha büyük avantajdı çünkü erkekler ava giderlerdi, avda ne kadar çok güçlü insan varsa yemek bulma avantajı o kadar yüksek olurdu. Bu yüzden eski Türk filimlerinde hep erkek çocuk doğuran kadının daha önemli olduğunu görürüz, halbuki bunun şu an hiçbir avantajı yok, hiç kimse ava çıkmıyor, artık sadece beyni kullanmak yetiyor. Ama hala o insanları binlerce yıldır aktarılan psikolojik genler yönetiyor.
3) Bir gruba dahil ol! : Aile olduktan sonra aileyi korumanın en iyi yolu daha büyük bir gruba dahil olmak. Böylece hayatta kalma ihtimaliniz çok daha fazla artıyor. Günümüz insanlarında da hep bir gruba dahil olma ihtiyacı vardır. Bu yüzdendir ki takımlar, dinin içinde cemaatler, veya çeşitli kulüp ve prestijli topluluklar var. Ya da hiç olmadı dernekler vs. Bunların hiç birini eleştirmiyorum, sadece günümüz insanın bir gruba ait olma ihtiyacı var diyorum.
Büyük gruplar daha kolay avlanıyor ama daha fazla yemek ve su ihtiyacı var ve her zaman yemek su bol olmuyor. Bu da insanların hayatta kalmak için diğer ihtiyaçlarını doğuruyor.
4) Grubun içinde statü sahibi ol! : Grubun içinde ne kadar statü sahibi olursanız hayatta kalma oranınız o kadar artar. Bunun günümüzdeki karşılığı önemsenme, insanlar önemsemediklerinde kendilerini değersiz hissediyorlar. O yüzdendir ki önemsenme, kabul görme, değer verilme, sözünün dinlenilmesi, dikkate alınma, fikir danışılma insanlar için çok önemli.
Özellikle ilk 3 ihtiyaçları karşılanan ergenliğe yeni girmiş gençler önemsenmeye çok fazla ihtiyaç duyuyorlar. İlk 3 ihtiyaç derken, yeme sorunları yok, bir aile sahipler ve tüm giderleri başkaları tarafından karşılanıyor, iyi kötü bir gruba sahipler bazen takım bazen başka şeyler. Önemsenmeye ihtiyaç duyan bu gençler kendilerini önemseyen gruplara çok rahat kendilerini kaptırabiliyorlar. (Bir çok kötü alışkanlık bu gruplar sayesinde aşılanıyor.)
Şimdi yazımın sonuna gelirken şunu anlatmak istiyorum,
En yakın 200.000 yıllık olan atalarımızın torunuyuz ve onlar bizim hayatta kalmamız için öğrendikleri herşeyi bize aktardılar. Aktardıkları korkular bizim güvenliğimiz içindi, belki son 1.000 yıldır bu korkulara ihtiyacımız yok ama 199.000 yıldır aktarılan bilgiler asla bu kadar kolay silinmez. Onun için bir korku duyduğunuzda bunun nedenini kendinize sorun. Yukarıdaki 4 maddeyi tekrar inceleyin ve bunların hayatınızdaki etkisini bilinçli olarak farkedin ve bunları sağlıklı yollardan karşılamaya çalışın.
Şimdi size bir kaç soru;
Neden tanımadığımız birisinin gözüne baktığımızda hemen gözümüzü çeviririz? Neden gözlere bakmak bizde hemen tehdit ve kavga hissi uyandırır?
Neden tanımadığımız bir topluluğun karşısına çıktığımızda bedenimiz alarm durumuna geçer ve korkarız? Atalarımız kendi grubundan olmayan birilerinin karşısına çıktığında ne yaşamıştır? Ve bize nasıl psikolojik bir miras bırakmıştır?..
Ve ben tüm bunları bir noktaya kadar aşabileceğimize inanıyorum, buna inanmamın sebebi ise sayısız trans çalışmalarımızla gözlemlediğimiz insanın gücüne, hayal gücüne ve yapabileceklerine dair örnekler…
Sevgilerle Hakan…