Türkiye’de son 15 yıldır, Amerika’da ise son 70 yıldır moda olan kişisel gelişim tanımlaması nereden çıktı ve ilk çıktığında kastedilen neydi?
Bugün kişisel gelişim denilince pek çok kişinin aklına motivasyon, halk diliyle söylersek gaz vermek hatta bazen boş hayallerle insanları kandırmak gibi düşünceler geliyor. Gerçekten de hem dünyada hem Türkiye’de bunu yapanlar olmuştur, insanları boş hayallerle kandıran şirketler olduğu gibi, kendisini farklı tanıtan, hiç yaşamadığı tecrübeleri yaşamış gibi anlatan kitaplar yazılmıştır.
Peki kişisel gelişim kelimesi ilk olarak hangi anlamda kullanılmıştır?
Kişisel Gelişim alanının gelmiş geçmiş en büyük ustalarından Jim Rohn (1930-2009) kişisel gelişim (personel development) tanımlamasını ilk olarak akıl hocası Earl Shoaff (1916-1965)’tan duymuş.
Shoaff, Jim Rohn’a, “Eğer büyümek istiyorsan, işine değil kendine yatırım yap” kabilinden bir felsefe anlatmış. Çünkü yatırım yaptığın iş seneler içinde değişebilir ama sen hep kendinle kalacaksın.
Peki kendine yatırım yapmak ne demek?
Daha çok okumak, iyi konuşmayı öğrenmek, beden dilini kullanmayı bilmek, nezaket kurallarını öğrenmek, giyinmeyi öğrenmek, kendini doğru ifade etmeyi öğrenmek, özgüvenini yükseltmek vb.
Yani kişisel gelişim son zamanlarda anladığımız anlamla ortaya çıkmamış, tam aksine insanın kendini geliştirmesi vasıtasıyla topluma da yararlı olabileceği şekilde, “kendine yatırım yapmak” anlamında kullanılmıştır.
Merhaba Eylül. Ne çabuk da 8 ay geçmiş, halbuki yılbaşına girdiğimiz gün daha dün gibi. Bugün seni gün doğumunda ney üfleyerek karşılamak istedim.
Sen sonbahar habercisisin, hüznün ve neşenin iç içe geçtiği bir mevsim sonbahar. Aşıkların mevsimi, hüznün mevsimi. Öyle dememiş midir Şems; “Hüzün ki en çok yakışandır aşıklara, yandık yakıldık ama hüzünden yana asla yakınmadık…”
Bazen gözlerin ağlaması, ruhun gülmesidir. 2020’nin hüznünü epey çektik, umarım neşesini yaşama fırsatı da doğar tüm insanlığa…
Zaman en değerlimiz, nerede tükettiğimizi ve kime hediye ettiğimizi unutmayalım lütfen… Ve ertelemeyelim mutlulukları, çünkü ertelediğimiz şey mutluluk olduğunda kaybettiğimiz koca bir ömür oluyor…
Hoşgeldin Eylül!
Fotoğraflar: Dionysos Village Hotel – Kumlubük | Marmaris
After Life dizisi herkesin izlemeye tahammül edemeyeceği bir kara komedi. Bana göre iki nedenden dolayı bu dizinin izleme zorluğu var;
1- Dizide anlatılmaya çalışılan alt metin anlaşılmazsa eğer (ki pek çok sabırsız günümüz izleyicisi anlamayacaktır) ortalama seyirci için aksiyonsuz, çok sıkıcı bir dizi olur.
2- Dizi insanı kendisi ile sert bir yüzleşme yapmasını sağlıyor. Pek çok insan bu doğrudan yüzleşmeye hazır değil. Ölüm, yaşam, yaşamın anlamı, insan ilişkileri, inançlar konusunda epey mesajlar veren bir dizi.
Dizinin konusu, mutlu bir evlilik sürerken eşini kaybeden ve eşini kaybettikten sonra yaşama karşı tüm motivasyonunu da kaybeden bir adamın hikayesi üzerinden kurgulanmış.
İlk sezonun 5 bölümü kahramanımız için ızdırap içinde geçse de, altıncı bölümde çok güzel bir açılma yaşanıyor.
Altıncı bölüm bittiğinde aklımda şu söz belirdi; “Yolun sonunda karamsarlar haklı çıksa bile, iyimserlerin yolculuğu daha güzel geçmiş olacak.”
Dizi pek çok sahnesi ve karakterleri açısından ele alınabilir. Fakat ben sadece bu yazıda kahramanımızın uzun süre devam ettiği psikolog ve mezarlıkta tanıştığı kadın arkadaşı üzerinden anlatılmak isteneni kendi açımdan yorumlayacağım.
İyi bir eğitim almış ama karşısındaki insana değer vermeyen bir psikolog. Bunun karşılığında insan psikolojisi konusunda eğitim almamış ama kahramanımızla aynı ortak geçmişe sahip ve empati kurabilen bir kadın.
Kahramanımız uzun zamandır psikoloğa gitmesine rağmen terapi seanslarından hiçbir fayda göremiyor, bunun yanında mezarlıkta tanıştığı ve arkadaş olduğu kadın onu gönülden dinlediği ve eskilerin deyimiyle hemhal olduğu için ona büyük fayda sağlıyor. Ve insanların kalbini kıran, aksi katı fikirli bir adam yumuşayıp değişebiliyor.
Hepimizin bugün pek çok cevabı bildiği çağda, akıl verenlerden çok huzur verenlere ihtiyacımız var. Aklı, huzurla birlikte verenlere ise daha çok ihtiyacımız var. Bazen bu kişi bilge bir psikolog olur, bazen bir çiftçi olur, bazen bir balıkçı, bazen de sokakta yaşayan bir evsiz…
Bilge insanlarla çoğunlukla bulmayı beklediğiniz yerlerde değil de, hiç ummadığınız yerlerde karşılaşabilirsiniz.
Son olarak aşağıdaki fotoğrafla bitirmek istiyorum, bu sahne ile karşılaştığımda dilimden şu sözcükler döküldü; “Biri seni dinlediğinde değil, anladığında iyi hissedersinve hayatta en büyük zenginliğin seni tüm kusurlarınla kabul eden dostlarındır…“
Aşk kelimesinin içi bugünlerde çok boşaltıldı. İnsanlar hoşlandılar, aşk dediler, cinsel çekilim hissettiler aşk dediler, tutku duydular aşk dediler. Fakat aşkın bunların ötesinde bir duygu olduğunu pek çoğumuz unuttu. Eskilerin dediğine göre aşk iki beden arasında değil iki gönül arasında yaşanandır. Ve aşk ben değil, sen diyebilmektir.
Mantık birlikteliği mi aşk birlikteliği mi?
Arkadaş sohbetlerinde hem kadınlara hem erkeklere sorarım, “Onu neden seviyorsun?” genelde buna benzer cevaplar gelir;
“-İşinde çok başarılı, saygı duyulan birisi”
“-Çok yakışıklı/güzel”,
“-Oturmasını kalkmasını, insanlarla nasıl konuşması gerektiğini biliyor.”
Eğer bu tarz cevaplar geliyorsa orada gerçek anlamda aşk yoktur.
Aşk olduğunda genelde cevaplar şu şekildedir,
“-Gülüşüne aşığım”,
“-Bilmiyorum”,
“-Ruhunu seviyorum”,
“-Hissediyorum ama açıklayamam”
Tabii ki onun sosyal statüsünü, başarısını, güzelliğini seçmekte yanlış bir şey yoktur, herkes birbirine dürüst olduğu sürece istediği seçimi yapabilir. Benim demek istediğim aşk geldiğinde, insan karşısındakinin hiçbir statüsünü, güzelliğini görmez.
Mecnun’un gözleri
Mecnun’un aşkını duyan devrin hükümdarı Harun Reşit, Leyla nasıl güzel bir kızdır ki, Mecnun’u böyle çöllere düşürüp şiirler yazdırmıştır, diye merak eder. Leyla’yı buldurur ve sarayına getirttirir. Leyla’ya büsbütün bir bakar ve Mecnun’un gördüğü güzelliklerin hiçbirini göremez. Daha da meraklanır ve derhal Mecnun’u sarayına getirttirir. Mecnun’a sorar, “Senin dillere destan ay parçası diye anlattığın Leyla bu Leyla mı? Ben senin şiirlerindeki Leyla’yı burada göremiyorum,” der. Mecnun’da cevaben der ki,” Benim gözlerimle bakmıyorsunuz hünkarım. Benim gözlerimle Leyla’ya bakabilseydiniz ancak o zaman görürdünüz onun güzelliğini” der.
Aşık olduğumuzda beynimizde neler olur?
Birisine aşık olduğumuzda beynimizde adeta bir hormonal kokteyl gerçekleşiyor. Peki hangi hormonlar salgılanıyor? Oksitosin, sevgi hormonu, Vazopressin, sadakat hormonu olarak biliniyor ve Dopamin, zevk aldığımız, kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan hormon.
Aşk ve Sevgi birbirinden farklıdır!
Aşık olduğunla evlen ama aşıkken evlenme diye bir söz duymuştum. Desteklediğim bir sözdür. Hayatta her şey bir süre sonra şekil değiştirir, aşk da bir süre sonra şekil değiştirecektir ya sevgiye evrilecektir ya da bitecektir.
Sevgiye evrilmesi için kişilerin kültürlerinin, zekalarının, hobilerinin ve zevklerinin birbirine yakın olması gerekir. Aksi taktirde sorunlar yaşanmaya başlanacak ve bu sorunlar gitgide büyüyecektir.
Bununla birlikte iki tarafın da eşit derecede gelişmeye ve değişmeye açık olması gerekir. Biri gelişirken diğeri yerinde sayıyorsa, biri değişirken diğeri değişime direniyorsa ilişki içinde kopukluklar meydana gelmeye başlayacaktır.
Uzun ilişkilerin sırrı, aşkı sevgiye dönüştürmektir.
Aşk sevgiye nasıl dönüşür? Uzun ilişkilerin 7 sırrı
1- İki tarafın da birbirinden bağımsız kendi hayatı olmalı. Kendi hedefleri, kendi arzuları, kendi istekleri. İlişkiye başladı diye arkadaşlarıyla ilişkisini kesmemeli, çevresinden vazgeçmemeli. Tabii ki bazı değişiklikler olması normaldir ama hayatının tek merkezi karşındaki kişi olmamalı.
2- Bir elmanın iki yarısı olmamalılar. İki ayrı elma olmalılar. İki ayrı çiçek olmalı, birleşince buket olmalı. Bir elmanın yarısıyız demek, o yokken yarımım demektir bilinçaltında.
3- Kültür farkı başlarda sorun değil gibi gözükür ama zaman içinde büyük problemlere yol açabilir. Tabii ki iki taraf da değişmeyi reddederse! Biri özgür ruh istediği her şeyi denemek ve yapmak isteyen, diğeri daha muhafazakar, tutucuysa, kişiler birbirlerine başlarda farklı geldikleri için çekicilik hissedebilirler ama sonrasında bu zıtlıklar sorunlar doğurmaya başlar.
4- Anlayışlı olmalı! Kadın erkek birbirini her konuda anlayamayabilir ama anlayışlı ve saygılı olunursa ortada bir sorun olmaz. Zaten bir insan neden kendisinin bir kopyasını istesin ki? Farklı görüşler bizi geliştirir, olgunlaştırır. Ama saygısızlık bir ilişkiyi daima yıpratır, sonunda da tüketir.
5- Sabırlı olmak. İki taraf da belli zamanlarda, belli durumlarda sabırlı olmayı bilmeli. Bir bina bir günde yapılmaz, zaman alır. Paulo Coelho’nun da dediği gibi, “Hiçbir ilişkinin üzerinde sürekli güneş parlamaz fakat iki insan bir şemsiyeyi paylaşıp, fırtınaları birlikte atlatabilirler. “
6- Dürüstlük: Bir şair, “Dürüstlük pahalı bir mülktür, ucuz insanlarda bulunmaz” demişti. Gerçekten de dürüstlük başlarda can acıtıcı gibi gözükse de uzun ilişkilerin sırrıdır. Kaybetme korkusu ya da sorun çıkmasın düşüncesinden dolayı birbirine dürüst olmayan çiftler, farkında olmadan ilişkilerine en büyük zararları verirler.
7- Cinsellik: Cinsellik maalesef bizim kültürümüzde hep “ayıp” olarak algılandığı için, kişiler kaç yaşına gelirlerse gelsinler cinsellik konuşmaktan kaçınıyorlar, utanıyorlar. İstediklerini ya da istemediklerini söyleyemiyorlar. Cinsellik bir ilişkinin çok önemli bir parçasıdır ve çiftler bu utanma durumundan vazgeçmeli, birbirleri ile açıkça konuşabilmelidirler. Cinsellikten kaçmak, onu yok saymak, görmezden gelmek, konuşmamak sorunu çözmüyor, sadece bastırıyor ve o bastırılmış duygular ilişkiye uzun vadede büyük zararlar verebiliyor. Bugün cinsel konularda çalışan birçok terapist var, yardım almaktan çekinmeyin!
Ve son olarak şu mesajla bitirelim; “Sevdiklerinize uçmaları için kanatlar, geri dönebilmeleri için kökler verin. Ve de yanınızda kalmaları için nedenler …”
Hakan Mengüç’ün yeni kitabı “Mevlana – İstediğin Bir Şey Olursa Bir Hayır Olmazsa Bin Hayır Ara” kitap satan her yerde.
Destek Yayınları Felsefe Serisi her kitabında bir ilim insanını inceliyor, büyük ilim insanı ve Mutasavvıf Mevlana’yı ise Hakan Mengüç anlatıyor.
Kitapta Mevlana’nın Mesnevi’sinin ilk 18 beytinin açıklamaları, yine Hakan Mengüç’ün üslubu ile hikayeler ve özlü sözlerle anlatılıyor.
Mesnevi’nin İlk “On Sekiz Beyti”
1300’lü yıllarda yaşamış din ve astronomi âlimi Ahmed Eflaki Mevlana ve Mevlevilik üzerine yazılmış en kapsamlı ve en eski kaynak olarak kabul edilen Menâkıbü’l Ârifîn kitabında Mesnevi’nin sadece ilk on sekiz beytini Mevlana’nın kendi eliyle yazdığını, diğer binlerce beyti de Hüsamettin Çelebi’ye yine bizzat ken- disinin yazdırdığını ifade eder.
Mevlana’nın kendi elinden çıkmış olması üzerine, Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti, Mevleviler açısından çok kıymetlidir. İlk on sekiz beyte “Mesnevi’nin kalbi” diyen sufiler de vardır. Yine bazı mutasavvıflar geri kalan 25 bin 682 beytin, ilk on sekiz beytin birer açıklaması olduğunu ifade ederler.
Bu kitapta Hakan Mengüç her bir beyti tek tek ele alıyor ve hikayeler, özlü sözlerle açıklıyor.
Arka Kapak Yazısı
“Aşk nasip işidir, hesap işi değil. Aşk adayıştır, arayış değil. Sen adanmış ve yanmışsan bu uğurda, aşk sana uzak değil.”
Dünyanın en çok okunan sufisi Mevlana, “Allah’a ulaşacak pek çok yol var. Ben Aşk’ı seçtim…” derken bir “adanmışlık” metaforu olarak aşkı koyar karşımıza.
Aşk, yaşam boyu süren bir anlam arayışı ve anlam deneyimidir onun açısından. Mevlana’ya göre, içinde aşk barındırmayan bir kalp ya deliye aittir ya da ölüye…
Ney enstrümanını insanoğlunun yaradılışıyla özdeşleştiren büyük sufinin Mesnevi adlı yapıtının ilk on sekiz beyti kâinatın sırlarıyla dolu olması bakımından çok kıymetlidir. Bu kitapta aşkla değer bulan hayat penceresinden kâinatın sonsuz sırlarını izliyor olacaksınız.
Hakan Mengüç Okurlarına Not
Bu kitap Felsefe Serisi – Mevlana için yazılmış bir kitaptır ve yayınevi tarafından özellikle kısa tutulması istenmiştir. Bu yüzden 135 sayfalık bir kitaptır. Ayrıca Hakan Mengüç’ün diğer kitaplarından kullanılan bazı hikaye ve alıntılar bu kitapta da kullanılmıştır.
Kitabı kitap satan D&R, İdefix, Hepsiburada gibi web sitelerinden ya da kitapçılardan alabilir, eğer yoksa sipariş verebilirsiniz. Teşekkürler.
Artık anlatmaktan dilimin yorulduğu bir konuyu son olarak burada yazdığım yazı ile noktalamak istiyorum.
YouTube üzerinde Silent Cue (Vazgeçtim) adlı ney üflediğim parça çok izlenince, birileri arkadaki tablodan rahatsız olmuş. Önce “cami içinde yarı çıplak adam olur mu?” sözleriyle başlayan bu tepki, “cami içinde çıplak kadın var”a dönüştü. Sonra da, “Hakan Mengüç subliminal bilinçaltı mesajlarla bilinçaltımıza çıplak kadın ve seks imajını sokmaya çalışıyor“a kadar gitti.
Bahse konu alan YouTube videosu
Bunlar şaka değil, Twitter’da yüzlerce retweet aldı ve ağza gelmeyecek hakaretler yedim. Ara ara durulan bu hakaretler geçen gün yine gün yüzüne çıkınca bu yazıyı yazmak durumunda kaldım. YouTube açıklamasında zaten yazmıştım ama burada detaylı bir şekilde anlatayım dedim. Hem de bu vesile ile Kalenderilik ve Kalenderi Dervişlerin’den de bahsedeceğim.
Tablonun Hikayesi
Jean-Léon Gérôme 1868’de Mısır’a yaptığı gezisinde Amr b. As Camiini ziyareti sırasında gördüğü tabloyu resmetmiş. Tablo şu an New York Metropolitan Sanat Müzesi’nde sergileniyor.
Tablonun orjinali
Ressam tabloda dönemin Mısır hayatını anlatan birçok detayı resmine eklemiş. Tablodaki yarı çıplak görünümlü (erkek) kişi de o dönem Mısır’da çok yaygın olan Kalenderilik sufi akımının dervişlerinden bir Kalenderi Dervişi.
Aynı Kalenderi Dervişlerini ressamın bir diğer tablosu olan “Dönen Dervişler”de de görebiliriz.
Yine aynı ressamdan caminin kapısında bekleyen Mağribi Kalenderî dervişi. (1881, Gérôme, Jean Léon, NYPL Dijital koleksiyonu )
Kalenderilik Nedir?
Kalenderilik dünyevi değerleri umursamayan, mala mülke önem vermeyen, içinde yaşadıkları toplumun örf ve adetlerine umursamayan, bu karşı çıkışı da giyim, davranış ve tutumlarıyla dile getiren bir sufi akımdır.
Kalender kelimesi genel olarak sözlüklerde “dünyadan elini çekip başıboş gezen derviş.” olarak geçer.
Giyimlerinden, aksesuarlarından ve davranışlarından bir kalenderi dervişini kolaylıkla tanırsınız.
Yukarıdaki fotoğrafta tipik bir kalenderi dervişini görüyorsunuz. Kalenderiler kaynaklarda mahrem yerleri dışında genellikle yaz-kış tamamen çıplak olan ya da sırtlarında kurutulmuş koyun/keçi postu taşıdıkları belirtilen sufilerdir.
Genel olarak tek başına ya da küçük gruplar halinde gezerler. (3-5 kişi) Geçimlerini dilenerek, rüya yorumlayarak vb. şeylerle sağlarlar, ticaret yapmazlar çünkü çalışmak dünyayı ciddiye almaktır onlar için.
Bazı kişiler onlara “sufizmin hippileri” der.
Ahmet Targon Karamustafa kalenderler hakkında,“Tanrının Kural Tanımaz Kulları” der ve aynı isimli kitabında, Giovanni Antonio Menavino’dan şu şekilde alıntı yapar; “Koyun postuna sarılı Kalenderler bunun dışında çıplaktır. Başları tamamen kazıtılmıştır. “
Ahmet Şenocak kitabında Kalenderileri, “Marjinal Sufiler” olarak tanımlar.
Şems-i Tebrizi Kalenderi Dervişi miydi?
Şems-i Tebrizi’nin Kalenderi Dervişi olduğuna dair kesin bir kanıt yoktur, fakat sufizm konusunda yetkin kişiler ve Mevlana’nın aşağıda alıntılayacağımız bazı şiirlerinden de görebildiğimiz kadarıyla Kalenderi Dervişi olma ihtimali yüksektir.
Son sufilerden (sufi derken kastımız, sufi felsefesi ile meşgul olanlar) Nezih Uzel, Murat Bardakçı’nın Tarihin Arka Odası adlı programında Şems-i Tebrizi için Kalenderi Dervişi ifadesini kullanmıştır. Murat Bardakçı’da onaylamıştır. (İlgili video)
Mevlana’nın bütün eserlerini Farsça’dan Türkçe’ye çeviren Abdülbaki Gölpınarlı da, Şems’in gittiği yerlerde Kalenderî tekkelerine uğramaya itina gösteren, semâ yapan, kalendermeşrep bir sûfî olduğundan bahseder. (Fakat yine de Şems’i Melamilere daha yakın görür.)
Mevlana da Mesnevi’sinde Kalenderilerden övgüyle bahsetmektedir.
“Ey kalender, düğümü açan olmadıktan sonra ne diye düğümleyelim? Ey Tebrizli Şems, senin güneşin gibi bir güneş bu gökyüzünde yok.”
“Kalender, hiçbir şeyle bağlı değil gibi görünür amma sırlarla doludur. Önce birçok dikenlerin derdini çekerdi, fakat şimdi baştan başa gül oldu, dikene aldırış bile etmez… Kalender gemide oturmuştur, yol alıp durmadadır, fakat kendisi yürümemekte…“
“Hak kokusunu kalenderin ağzından ara. Adam-akıllı ararsan şüphe yok ki mahrem olur, aradığını bulursun”
“Şems de kişilik olarak; cezbeli bir ruha sahip, başkaları üzerinde rûhânî tesir uyandırabilen, yorumları ve sözleriyle insanları şoke eden, kolay anlaşılamayan, tanınmaktan kaçan, devrindeki birçok şeyhle görüşmesine rağmen hiçbirine bağlanmayan ve çok sık yer değiştiren, bir sûfî olarak resmedilir.” – Yard. Doç. Mustafa Çakmaklıoğlu (Kaynak)
Cemalnur Sargut’a göre Şems’i diğerlerinden ayıran çok sıra dışı bir özelliği de var. Ona göre Şems bir anlamda anarşist ruhlu bir sufi: “Şems’i bilmek insanı gerçekten hiç bilmediği bir âleme götürür. Mesela kalıpları hiç sevmeyen, Müslümanlığın kalıplaşmış hallerinden hoşlanmayan insan Şems’in kalıp yıkan o anarşist ruhundan çok hoşlanarak, hem dinin hem anarşinin mânâsını öğrenir. Bu mânâda anarşi bir şeyi yıkmak demek değil, yıktığı şeyi var etmek demektir”. (Kaynak)
Kalenderiler Saygınlığı Önemsemez
Kalenderiler için saygınlık hiç önem taşımaz. Başkalarının onlar hakkında ne söylediği zerre umurlarında değildir.
Bir şey söylemek istediklerinde lafı hiç yumuşatmadan pat diye söylerler.
Kılık kıyafete hiç önem vermezler.
Dini konularda bile sert çıkışları, aykırı fikirleri vardır.
Bulundukları yerlerde katı din adamları tarafından hiç sevilmemişler hatta kafir olarak görülmüşlerdir.
“Ben o pîrim ki adım kalender ne evim var ne barkım ne manastırım var ne tekkem
Gündüz oldu mu senin civârında döner dururum gece olunca da başımı kerpiçlere kor yatar uyurum.”
KALENDERİ Baba tahir-i uryan
Sürekli seyahat halindedirler. Bir yerde uzun kalmayı sevmezler. Yolların insana çok şey öğrettiğine inanırlar.
Mülkiyet kavramına inanmazlar.
Her ne kadar tarikat olarak anılsalar da, tarikatlara karşı bir tepki olarak doğmuşlardır.
Şems-i Tebrizi’nin Kalendermeşrep şu sözü, belki de onların dünyalarını en iyi ifade eden sözdür.
“İlim beni uçurumun kenarına getirdi. Oradan vecd ile bilinmezlik denizine daldım. Vecdim beni boğuyordu ki, cahilliğim kurtardı.”
Şems-i tebrizi
Son Söz
Kalenderileri uzun zamandır yazmak istiyorum ama hep bir şekilde ertelemiştim. Sosyal medyanın bu yeni “linç kültürü”den payımı alarak Kalenderiliği yazmak nasip oldu. Gün bugüneymiş.
Ayrıca Kalenderiliği belki bugün ilk defa duyduğunuzu düşünebilirsiniz ama sanırım hepinizin dilinde bu şarkının sözleri vardır;
“Biz plan yapıyorduk ama kaderin de planları olduğunu unutmuştuk.”
Dostoyevski
Hayat hiçbir zaman teminat altında olmadı şimdiye kadar, olmayacak da. Planlar sadece psikolojik birer telkindir… Aslolan an’dır ve an içindeki eylemdir… Gerisi kocaman bir sanrı…
Sahibi olduğun hiçbir şey yok yeryüzünde. Efendisi olduğun bir şey de yok. Ellerini, kollarını bile tamamen sen kontrol etmiyorsun aslında. Beyninde oluşacak küçücük bir hasar karşısında bile elinin, kolunun kontrolünü kaybetme riskin var. Hiçbir şey seninle ilgili bir güvence altında cereyan etmiyor.
Mide kasımızı dilediğimiz gibi kontrol edebilir miyiz? Edemeyiz. Soda içerek kontrol ettiğimizi düşünürüz ama…
Saçlarımızın uzama hızına karar verebiliyor miyiz, gür ya da seyrek olmalarını sağlayabilir miyiz? Hayır, sağlayamayız. Kuaföre kestirip, fönleterek kontrol ediyormuşuz gibi yaparız ama…
Çocuklarımızın kim olacağına karar verebilir miyiz? Hayır, bu kararı veremeyiz, onlar örnek olarak ya da onlara bir şeyi zorla dayatarak kim olacaklarını kontrol edebiliyormuşuz gibi davranırız ama…
Neden?
Çünkü kontrolcülük “güven” verir.
Akşam eve dönüp dönemeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur ama zihnen bu eylemin kontrol altında tutuluyor olduğuna inanmak güven verir.
Hiçbir sevgilinin yarın öbür gün bir başkasına aşık olup gitmeyeceğinin garantisi yoktur, başına bir iş gelip sağlığını yada hayatını yitirebileceğinin de bir garantisi yoktur ama akşam saatlerinde görüntülü arama yaparak onun orada bir başına olduğundan emin olarak ilişkiyi kontrol altında tuttuğunu sanmak, güvende hissettir.
Oysa hepsi sahte bir güvendir.
Güvendeymiş gibi davranmaktır bütün bunlar. Diğer bir deyişle kontrolcülük maskesinin arkasında saklanarak çocukça bir oyalanma içinde olmaktır.
Elinden geleni yap ve sonrasında kontrolcülüğü bırak. Çünkü kontrol bir yere kadar güven, bir yerden sonra da zarar verir.
Şems-i Tebriz’inin de dediği gibi, “Ne bu dünyanın hakimisin, ne de bu dünya karşısında çaresizsin.”
Mevleviler ney’e sır taşıyıcısı derler. Bu sır taşıyıcılığı metaforu yüzyıllardır beri bir hikayeyle dilden dile dolaşmaktadır. İlk olarak 1200’li yıllarda yaşamış Sufi Ferîdüddin Attâr’ın kitabında bu hikayeye rastlanır, hikaye genel olarak şöyledir:
“Hazreti Muhammed, kendi tekâmülünün üst noktası olan miraç hadisesinden sonra birçok sırra nail olur. Bir gün bu sırlar üzerine tefekkür ederken, Hazreti Ali girer içeriye. ‘Efendim sizi çok düşünceli görüyorum, acaba bir sorununuz mu var?’ diye sorar. Hazreti Muhammed ‘Yoktur ya Ali. Bana verilen sırları düşünüyorum.’ der. Hazreti Ali bu açıklamadan çok etkilenmiştir. ‘
Küçücük bir kısmına bile olsa bu sırlara benim de vâkıf olmam mümkün müdür?’ diye sorar Hazreti Ali.
“Kaldıramazsın ya Ali” der Hazreti Peygamber. Fakat Hazreti Ali’nin gözlerindeki isteği görünce, yanıma oturmasını işaret eder ve başlar anlatmaya.
Hazreti Ali, işittiği şeylerden sonra içinde yoğun bir aşkınlık dalgalanır. Yerinde duramaz gibi olur. Dışarı çıkmak için Hazreti Peygamber’den müsaade ister. Öylesine yüklenmiştir ki yüreği, haykırmak gelir içinden. Mekke sokaklarında dolaşıp herkese duyurmak ister bu sırları. Ancak o zaman rahatlayabilecektir içi. Lâkin bunu yapamaz. Adı üzerinde, yüküne talip olduğu şey sırdır. Herkese açık değildir. Sorumlulukları vardır.
Peki içindeki bu taşkın seli ne yapacaktır şimdi? Nereye akıtabilecektir yükünü? Derken aklına bir fikir gelir, Mekke’nin dışına çıkar ve kör bir kuyu bulur. Kuyuya bağıra bağıra anlatır içindekileri. Sonunda sakinleşip rahatlar.
Hazreti Ali içindekileri olduğu gibi dökmüştür kör kuyuya. Ne var ki yük bu kez kör kuyuya da tesir etmiştir. Kör kuyu, aldığı sırlarla gürüldemeye başlar. İçi kaynıyor gibidir. Sonra aşka gelerek suyla dolmaya başlar. Sular yükselir, yükselir ve taşar. Öyle bir taşar ki etraftaki kamışlıklar bile bolca beslenir.
Böylece kuyunun taşıdığı sırlar, kamışlığa sirayet eder. Kuyu rahatlamıştır ama sırların yükü artık kamışların içindedir.
Bir gün bir bahar günü boyunlarıyla kuyunun yanından geçen bir çoban, kamışların gövdesine rüzgâr değdikçe ne kadar içli ve hoş nağmeler çıkardığını fark eder. Hemen bir kamış alır eline. Onu kurutup bekletir. Gövdesinde delikler açar ve üflemeye başlar.
Bir gün Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’yle kırlarda gezerken çobanın üflediği kamışın sesini işitir. Hazreti Muhammed bir an durup Hazreti Ali’ye bakar ve ‘Sen benim sırlarımı başkasına mı anlattın Ali?’ der. Hazreti Ali durumu anlatır. Kör bir kuyuya gidip içini boşalttığını söyler. Sonrasında neler olduğunu anlayan Hazreti Muhammed, çobanın neye üflediği yöne doğru bakar ve “Bu kamış parçası kıyamete kadar benim sırlarımı anlatacak ama yalnız kalbi açık olanlar bu sırları anlayabilecek” der. “İşte bu yüzden sufiler neye, sır taşıyıcısı derler.”
Ney sesi, sufilerin bilgece sözleri ve hikayeleri bu topraklarda her daim manevi bir şifa olmuştur. Zor günler geçirdiğimiz şu zamanlarda sizlere iyi gelmesi için, kendi oluşturduğum sufi ney meditasyonunu paylaştım. Sizler güzel geri bildirim verdikçe YENİ kayıtlar yüklemeye devam edeceğim. Umarım iyi gelir. Bu kayıt tedavi amacı taşımamaktadır. Psikiyatrik hastalıkların tedavisi için bir alternatif değildir. Hastalık kategorisinde olmayan gündelik stres ve kaygı için rahatlama, gevşeme amaçlı yapılmıştır.
Meditasyon çoğu insanın bildiğinin aksine Hint dillerinden, ya da Budist dillerinden gelen bir kelime değildir. Meditasyon, Fransızca bir kelimedir. Birçok sözlük Fransızca meditasyon kelimesini Türkçe’ye “tefekkür” olarak çevirmiştir. Türk Dil Kurumu ise “dalınç” olarak çevirmiştir.
Fransızcaya ise Latince “meditatio” kelimesinden geçmiştir. Latince “meditatio” kelimesi “derin düşünme” anlamına gelmektedir.
Meditasyon kendini dinlemektir.
Yani meditasyon kelimesi herhangi bir dine veya felsefi öğretiye ait değildir. Budist tarzı yapılan derin düşünme tekniklerine Budist meditasyon denmiş, Hint tarzı yapılan derin düşünme uygulamalarına da Hint meditasyonu denmiştir. Bu yüzden biz de sufi düşüncesi temel alınarak yapılan derin düşünme tekniklerini Sufi meditasyon olarak isimlendiriyoruz.