Kalbin temizse hikayen mutlu biter!

Yazar: Hakan Mengüç (page 1 of 36)

Bugün 1 Aralık 2024

Bugün 1 Aralık… Yılın son ayının ilk günü. Bir yolculuğun daha sonuna yaklaşırken, ruhumuzun sessizce fısıldadığı hakikatlere kulak verme zamanı. Her mevsimin bir hikâyesi, her anın bir öğretisi vardır.

Bu yıl sana ne öğretti? Hangi zorluk, içine saklanmış bir armağanla geldi? Ve hangi an, kalbindeki sevgiyi daha derin bir şekilde hissetmene vesile oldu?

Unutma, geçmiş pişmanlıklarla değil, şükürle anılmayı bekler. Gelecek ise korkuyla değil, teslimiyetle karşılanmayı… Hayat, sen onunla uyum içinde akmayı seçtiğinde, sana kendini en güzel şekilde sunar.

Bugün, kalbinin derinliklerinde bir kapı aç ve şöyle niyet et:

“Ey hayat, beni kendi hakikatinle buluştur.”

Her şey, sen hazır olduğunda olur. Bu ay, o teslimiyetin ve içsel yolculuğun başlangıcı olsun.

Sevgi ve ışıkla,

Hakan

1 Aralık 2024

Sufi bakış açısından huzurlu insanların 5 özelliği

Huzurlu İnsanların 5 Özelliği: Bir Sufi Yolculuğu

Huzur… Tıpkı rüzgârın bir yaprağı usulca taşıması gibi, insanın ruhunu bir yerden başka bir yere götüren nazik bir el gibidir. Huzuru tanımlamak zordur ama onu hissettiğinizde bilirsiniz. Bu, sufinin içsel sessizliğinde, bir dervişin üflediği ney sesinde ya da bir semazenin semasında bulduğu bir haldir. Huzur, dışarıdan gelen bir şey değil; içeride, özümüzde saklı olan bir emanettir. Onu bulmak, hatırlamak kadar basittir. Peki, huzurlu insanlar bu dinginliği nasıl bulur? İşte sufi hikmetleriyle harmanlanmış 5 özellik:

1. Kabul Etme Sanatı: Akışa Teslimiyet

Huzurlu insanlar, hayatın bir nehir gibi aktığını bilirler. Ve nehrin akışına karşı yüzmenin sadece yorulmak olduğunu fark ederler. Hayat, bir sufi için Yaradanın bir aynasıdır; akan su, insanın kalbini yıkar, temizler. Onlar bilir ki her olay, her zorluk aslında bir öğretmendir.

Kabul etmek, “olması gereken her şeyin zaten vaktinde olduğunu” anlamaktır. Bu teslimiyet, pasif bir duruş değildir; aksine ilahi düzenine duyulan derin bir güvendir. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Dert daima seni arayan bir şifadır.”

Bugün, hayatının aktığı yönü izlemek ve kontrol etmeyi bırakmak için kendine izin ver. Çünkü huzur, akışta gizlidir.

2. Kendisiyle Barışık Olmak: İçsel Dostluk

Bir sufi, önce kendi kalbine yönelir. Huzur, dışarıdaki gürültüleri susturup kendi içindeki dostu bulmakla başlar. Huzurlu insanlar, kusurlarıyla barışıktır. Kendilerini yargılamak yerine, kalplerine şefkatle yaklaşırlar. Çünkü bilirler ki insan, Yaratıcı’nın bir yansımasıdır.

Sufizm bize der ki: “Kendini tanı, ancak o zaman Rabbini tanırsın.” Bu yüzden kendinle dost olmak, sadece huzurun değil, aynı zamanda manevi bir yolculuğun kapısını açar. Bugün kendine dön, yargılamak için değil; anlamak, sevmek ve kabul etmek için.

Belki de bugün kendine şunu hatırlat: ‘Ben bir eksik değilim, ben bir tamamım. Ve bu dünyada kendi varlığımda yeterliyim.’

3. Sadeliği Seçmek: Fazlalıkları Bırakmak

Bir sufi, yüklerle yürümenin insanı yorduğunu bilir. Huzur, fazlalıkları bırakmakla gelir. Hayatta sadeleşmek, tıpkı bir dervişin sadece bir hırka ve bir asa ile yürüyüşü gibidir. Fazla eşyalar, karmaşık düşünceler ve gereksiz meşguliyetler insanı ağırlaştırır.

Sadeliği seçmek, Allah’ın “El-Basît” (ferahlık veren) ismini hayatımıza davet etmektir. Sadelik, hem kalbimizi hem de zihnimizi ferahlatır. Sufiler, “Az, çoktur” der. Çünkü azın berraklığı, huzurun ışığını yansıtır.

Bugün, hayatındaki gereksiz bir yükten kurtulmayı deneyebilirsin. Belki bir eşyadan, belki bir düşünceden… Hafifledikçe huzurun sana yaklaştığını göreceksin.

4. Doğa ile Bağlantı Kurmak: Yaratılışı İzlemek

Doğa, sufinin en derin ilham kaynağıdır. Huzurlu insanlar, doğayı sadece görmekle kalmaz; onunla bütünleşir. Yaprakların titreyişi, bir derenin sesi ya da bir yıldızın ışığı… Bunların her biri, Yaratan’ın bir kelimesidir.

Sufiler der ki: “Evren, Allah’ın açılmış bir kitabıdır.” Huzurlu insanlar, bu kitabın her sayfasını okumaya vakit ayırır. Doğada olmak, insanı ilahi bir uyuma götürür ve huzurun kapısını aralar.

Belki bugün bir ağaca yaslanabilir, toprağın kokusunu hissedebilir ya da rüzgârı yüzünde duyabilirsin. Çünkü doğa, ruhunu besleyen ilahi bir melodidir.

5. Affetmeyi Bilmek: Kalbi Arındırmak

Affetmek, bir sufinin en büyük öğretisidir. Çünkü kin, insanın kalbini karartan bir gölgedir. Huzurlu insanlar, bu gölgeyi bırakır ve affetmenin ferahlığını yaşar. Sufiler, affetmenin insanı özgürleştirdiğini bilir. Çünkü kalpte biriken öfke, sadece taşıyanı zehirler.

Mevlânâ der ki: “Bir mum, başka mumları tutuşturduğunda kendi ışığından bir şey kaybetmez.” Affetmek, içimizdeki ışığı çoğaltır. Bugün, kalbini karartan bir yükten kurtulmaya niyet edebilirsin.

Geçmişte seni üzen biri mi var? Ona dua et, iyi dileklerini gönder ve bu yükü bırak. Çünkü affetmek, yalnızca karşıdakine değil, en çok kendine yapılmış bir iyiliktir.

Huzura Yolculuk: İçsel Sessizlik

Huzur, bir şeylere sahip olmakla gelmez. O, kalbin sessizliğinde, Yaratan’a duyulan güvende saklıdır. Huzurlu insanlar, dışarıda aramak yerine, kendi içlerindeki sükûneti bulmuşlardır.

Bugün, derin bir nefes al. Dış dünyanın gürültüsünü sustur ve içine dön. Huzur, zaten hep oradaydı; sadece onunla yeniden buluşmayı bekliyordu. 

Bu da geçer

Bir gün, yorgun bir derviş uzun bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karnı aç, sırtı yorgun… Karşısına çıkan köylülere, kendisine yemek ve yatacak bir yer sağlayabilecek birini sorar. Köylüler mahcup bir şekilde, “Biz de fakiriz,” derler. Ancak ona, köyün biraz ilerisindeki Tarık’ın çiftliğini tarif ederler ve yardım alabileceğini söylerler.

Derviş, yoluna devam eder. Yolda birkaç kişiye daha rastlar ve onların anlattıklarından, Tarık’ın bölgenin en zenginlerinden biri olduğunu öğrenir. Aynı bölgede Haddad adında bir başka zengin de vardır, ama Tarık’ın misafirperverliği daha çok dillere destandır.

Sonunda Tarık’ın çiftliğine ulaşır. Tarık ve ailesi dervişi büyük bir nezaketle karşılar. Sofralarını onunla paylaşır, rahat etmesi için ellerinden geleni yaparlar. Derviş, ayrılma vakti geldiğinde Tarık’a teşekkür eder ve ona şöyle der:

“Zenginliğin için hep şükret.”

Tarık gülümseyerek cevap verir:

“Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Görünen her zaman gerçek değildir. Bu da geçer…”

Bu sözler, dervişin zihninde yankılanır. Yıllar geçer ve bir gün yolu yine aynı bölgeye düşer. Tarık’ı hatırlar ve onu görmek ister. Köylülerle konuşurken Tarık’ın adını anınca, “Haa, Tarık mı?” der biri. “Artık çok fakir. Şimdi Haddad’ın çiftliğinde çalışıyor.”

Derviş, Haddad’ın çiftliğine gider ve Tarık’ı bulur. Ama tanımakta zorlanır. Eski dostu yaşlanmış, yıpranmış, üstü başı perişandır. Birkaç yıl önce büyük bir sel felaketi olmuş, Tarık’ın tüm hayvanları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları ise işlenemez hale gelmiştir. Tek çaresi, selden hiç etkilenmeyen ve hatta daha da zenginleşen Haddad’ın yanında çalışmaktır. Tarık ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetindedir.

Tarık, dervişi mütevazı evinde ağırlar. Sofrasındaki azıcık yemeği onunla paylaşır. Derviş, ayrılırken duyduğu üzüntüyü dile getirir. Tarık ise yine aynı cevabı verir:

“Üzülme dostum… Bu da geçer.”

Aradan yıllar geçer. Derviş yine bu bölgeye gelir. Öğrendiği haberle şaşkına döner. Haddad ölmüş, hiç varisi olmadığı için tüm servetini en sadık hizmetkarı ve dostu olan Tarık’a bırakmıştır. Şimdi Tarık, Haddad’ın konağında oturmakta, geniş arazilerin ve binlerce hayvanın sahibidir. Yine bölgenin en zengin insanı olmuştur.

Derviş, eski dostunu sağlıklı ve mutlu gördüğü için sevinir. Ancak Tarık yine aynı sözü söyler:

“Bu da geçer.”

Yıllar sonra derviş, Tarık’ı tekrar görmek ister. Ama bu kez ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Tarık’ın mezarı vardır. Mezar taşında şu söz yazılıdır:

“Bu da geçer…”

Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünerek uzaklaşır. Bir yıl sonra Tarık’ın mezarını tekrar ziyaret etmek için geri döner. Ancak tepe de mezar da yerinde yoktur. Büyük bir sel, her şeyi önüne katıp götürmüştür. Tarık’tan geriye hiçbir iz kalmamıştır.

O dönemde ülkenin sultanı, kendisi için çok özel bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda ona umut versin, mutlu olduğunda ise mutluluğun rehavetine kapılmaması gerektiğini hatırlatsın. Kimse sultanın istediğini yerine getiremez. Sonunda, bilge dervişe danışırlar.

Derviş, sultanın kuyumcusuna bir not yazar. Kısa süre sonra yüzük hazır olur ve sultana sunulur. Sultan yüzüğe bakar, sade görünümü karşısında önce şaşırır. Ama üzerinde yazılı olan şu sözleri okuyunca yüzüne bir gülümseme yayılır:

“Bu da geçer…”

Bu sözün kökleri, bin yılı aşkın bir geçmişe dayanır. Bizans’ta “k’afto ta perasi” yani “Bu da geçer” derlermiş. Selçuklularla birlikte İran’a geçip “In niz beguzered” olmuş. Osmanlılarda ise “Bu da geçer” halini almış

Derken tekkelerde ve dergâhlardada benimsenmiş ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘BU DA GEÇER YA HÛ’ haline gelmiş.

Her şey geçiyor, geçmez sandıklarımız geçiyor, bitmez sandıklarımız bitiyor. Mevlana’nın da dediği gibi, “Her şeyi bu kadar dert etme ey gönül, zira ne bu dertler kalıcı ne de bu ömür!”

DAT Sistemi

Günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar, bu olaylara verdiğimiz tepkiler ve yaşadığımız duygular arasındaki ilişkiyi anlamak, duygusal dengeyi sağlamak için çok önemlidir. İşte bu noktada DAT Sistemi devreye giriyor. Peki, DAT sistemi nedir ve nasıl çalışır? Bu blogda, hayatınızı değiştirecek bu basit ve etkili modeli keşfedeceksiniz.

DAT Sistemi Nedir?

DAT Sistemi, hayatımızdaki olaylara verdiğimiz tepkileri anlamak ve yönetmek için kullanılan üç aşamalı bir modeldir: Durum – Anlam – Tepki.

  1. Durum: Hayatta karşımıza çıkan herhangi bir olay ya da durumdur. Örneğin, bir iş görüşmesine katıldınız.
  2. Anlam: Bu duruma nasıl bir anlam yüklediğiniz, olayın sizde nasıl bir duygu yaratacağını belirler. Örneğin, “Bu görüşme çok zor geçti, asla başarılı olamam” şeklinde bir anlam yüklerseniz, kaygı hissetmeye başlarsınız.
  3. Tepki: Duruma verdiğiniz anlam doğrultusunda tepki gösterirsiniz. Olumsuz anlam yüklediğinizde kaygı, korku veya stres tepkileri verebilirsiniz. Ancak olaya daha pozitif bir anlam yüklediğinizde, örneğin “Bu görüşme benim için bir deneyim oldu”, bu sefer tepkiniz daha sakin ve kendinden emin olabilir.

Hayatımızı Verdiğimiz Anlamlar Şekillendirir!

Kaderimizi şekillendiren, yaşadığımız olaylar değil, bu olaylara verdiğimiz anlamlardır. Aynı durum iki farklı kişi için tamamen farklı sonuçlar doğurabilir, çünkü herkes olayları kendi inançları, geçmiş deneyimleri ve duygusal durumlarıyla yorumlar. Bir zorluk, bir kişi için hayatın getirdiği ağır bir yük gibi görünürken, başka biri için fırsatlar yaratan bir meydan okuma olabilir. Verdiğimiz anlamlar, hissettiğimiz duyguları, aldığımız kararları ve gelecekteki adımlarımızı doğrudan etkiler. Bu yüzden, kaderimizi değiştirmek istiyorsak, olaylara bakış açımızı, yani verdiğimiz anlamları dönüştürmemiz gerekir.

DAT Sistemi Nasıl Uygulanır?

DAT Sistemi sayesinde, karşılaştığınız her olayın üzerinizde bıraktığı etkiyi kontrol edebilirsiniz. İşte adım adım uygulama:

  1. Durumu fark edin: Karşınıza çıkan bir olayı ya da durumu gözlemleyin.
  2. Yüklediğiniz anlamı sorgulayın: Bu duruma hangi anlamı yüklüyorsunuz? Olumlu mu, olumsuz mu?
  3. Tepkinizi yönetin: Yüklediğiniz anlamı değiştirdiğinizde, duygusal ve davranışsal tepkilerinizin de değiştiğini fark edeceksiniz.

DAT Sistemi online eğitiminde anlamı fark etme ve değiştirme üzerine 21 ders vardır.

Neden DAT Sistemi Kullanmalıyız?

Düşünce ve duyguları doğrudan değiştirmeye çalışmak, genellikle onları daha da güçlendirir. “Kırmızı bir fil düşünmemeliyim” dedikçe, aklınıza daha çok gelir. Zihnimiz, düşünmememiz gerektiğini söylediğimiz şeyleri daha fazla düşünmeye meyillidir. Ancak anlam farklıdır; bir olayın anlamı değiştiğinde, o olaya dair düşünceler de otomatik olarak değişir. Bu yüzden, anlamı değiştirmek, düşünceyi doğal bir şekilde dönüştürmenin anahtarıdır.

DAT Sistemi ve Düşüncelerimiz

DAT (Durum-Anlam-Tepki) sistemi üzerinden bir örnekle bunu açıklayalım:

Durum: Bir buluşmaya gittiniz ve karşı taraf 15 dakika gecikti, hâlâ gelmedi.

Eğer bu duruma verdiğiniz anlam negatif bir şekilde olursa, tepkileriniz de buna göre şekillenir: Anlam: “Beni önemsemiyor. Bu kadar beklemek hiç adil değil. Zamanıma saygısızlık yapıyor.”
Tepki: Sinirlenmeye, sabırsızlanmaya ve kendinizi değersiz hissetmeye başlarsınız. Muhtemelen buluşma başladığında da öfkenizi kontrol edemez, karşı tarafa soğuk davranırsınız.

Ancak aynı duruma farklı bir anlam verdiğinizde, tepkiniz de tamamen değişir: Anlam: “Muhtemelen trafikte kaldı ya da bir acil durumla karşılaştı. Herkesin başına gelebilecek bir şey.”
Tepki: Daha sakin kalır, sabırlı bir şekilde bekler ve geldiğinde anlayışlı davranırsınız. Hatta belki bir kahve içerek bu zamanı kendinizle keyifli bir şekilde geçirirsiniz.

Bu örnekte görüldüğü gibi, aynı durum farklı anlamlarla çok farklı tepkiler yaratır. DAT sisteminde anlamın belirleyici olması, olaylara verdiğiniz tepkiyi kökten değiştirir ve sizi daha pozitif ve dengeli bir ruh haline taşır.

Kendi yolunda yürümeye cesaret edenler

Bu yazıda, kendi sanat yolculuklarında alışılmışın dışında bir tarz oluşturan, mevcut yapı tarafından sanatları başlangıçta kabul edilmeyen ancak buna rağmen sanattan vazgeçmeyip kendi tarzlarını kabul ettiren üç sanatçıyı inceleyeceğiz. Neden bu üç örneği seçtim? Birisi resim dünyasının dahisi olarak kabul edilen Claude Monet, diğeri müzik dünyasının dahisi olarak kabul edilen Ludwig van Beethoven, ve sonuncusu yazdığı roman serisi ve ardından filmleriyle bu yüzyıla damga vuran J.K. Rowling.

Monet 20. yüzyıldan, Beethoven 19. yüzyıldan ve Rowling 21. yüzyıldan. Özellikle farklı yüzyıllardan seçtim çünkü yüzyıllar değişse de toplum ve eleştirmenlerin sanata yönelik bakış açılarının değişmediğini görmenizi istedim. Ayrıca, yaşam süreleri içinde kabul görmüş ve üne kavuşmuş kişileri seçtim. Çünkü, yaşam sürelerinde değeri bilinmeyen veya çokça eleştirilip sonradan deha kabul edilen birçok insan var; Van Gogh, Bach ve Kafka gibi. Ancak ben, özellikle kendi yaşam sürecinde hem farklı tarzı olan, hem mevcut yapı tarafından eleştirilen, buna rağmen sanatının arkasında durup hayattayken başarıya ulaşmış kişilerden bahsetmek istedim.

Bu yazı, inandığınız fikrinizin, sanatınızın arkasında durmanız konusunda size ilham vermeyi amaçlamaktadır. Tekrar hatırlatmak isterim ki bu yazı “asla vazgeçmeyin” yazısı değil, “kendi sanatınızın arkasında durun” yazısıdır.

Claude Monet

Claude Monet, Impression, Sunrise (İzlenim, Gündoğumu), 1872, tuval üzerine yağlı boya, 48 x 63 cm (Marmottan Müzesi, Paris)

Claude Monet, 14 Kasım 1840’ta Paris, Fransa’da dünyaya geldi. Sanat dünyasında devrim niteliğinde bir iz bırakan Monet, empresyonist hareketin önderlerinden biri olarak tanındı. Bu hareket, adını Monet’nin “Impression, Sunrise” (İzlenim, Gündoğumu) adlı eserinden alır.

Monet, çocuk yaşta resim yapmaya ilgi duydu.

Monet’nin erken dönem eserleri, o dönemin sanat dünyasında büyük bir yankı uyandırmadı. Klasik sanatın dışındaki sanatı sanat kabul etmeyen, ve katı kurallara bağlı Salon jürisi, Monet’nin klasik dışı yenilikçi çalışmalarını genellikle reddetti.

1860’ların sonlarında, Monet ve arkadaşları resmi Salon sergilerine kabul edilmeyince, kendi bağımsız sergilerini düzenlemeye başladılar. 1874’te gerçekleştirilen ilk Empresyonist sergi, eleştirmenlerin sert saldırılarıyla karşılaştı. “Impression, Sunrise” adlı eseri, eleştirmen Louis Leroy tarafından “bir tablo değil” diyerek küçümsendi.

Monet’nin eserleri başlangıçta hem eleştirmenler hem de halk tarafından tamamlanmamış, kaba ve biçimsiz olarak değerlendirildi. Dönemin sanat eleştirmenleri, Monet’nin ışık ve renk kullanımını anlamakta zorlanıyordu. 1870’lerin sonunda ve 1880’lerin başında, Monet ciddi mali sıkıntılar yaşadı ve eserlerini satmakta zorlandı. Ama sanatından vazgeçmedi ve eleştirmenlerin istediği tarzda resim yapmadı, kendi tarzının arkasında durdu.

Zamanla Monet’nin sanatı daha fazla tanınmaya başladı. Işık ve atmosferi yakalamadaki yeteneği, zamanla takdir edilmeye başlandı. Sanat koleksiyoncuları ve galeriler, Monet’nin eserlerini sergilemeye ve satın almaya başladı. 1880’lerin sonlarından itibaren, Monet’nin çalışmaları daha geniş bir kabul gördü.

1890’larda Giverny’deki evine taşınan Monet, burada ünlü nilüfer serilerini yaratmaya başladı. Bu dönemde sanat dünyası ve halk, Monet’nin eserlerine büyük ilgi gösterdi ve sanatçı, hayatının son yıllarında büyük bir başarı ve tanınma elde etti. Monet, bugün modern sanatın en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Ludwig van Beethoven

Ludwig van Beethoven, 17 Aralık 1770’te Almanya’da doğdu. Küçük yaşlarda beste yapmaya başlayan Beethoven’ın zamanla kendine has bir tarzı oluşmaya başladı.
Ama zamanının müzik otoriteleri sizin sadece geleneği sürdürmenizi beklerler, yeni tarz oluşturmanızı değil.

Aldığı Eleştiriler

Beethoven, müzikal yenilikleri ve cesur yapıları nedeniyle birçok eleştiri aldı. İşte bazı örnekler:

1. Eroica Senfonisi (3. Senfoni): “Anlamsızca uzun ve aşırı dramatik” olarak nitelendirildi.

2. Grosse Fuge (Op. 133): “Anlaşılmaz” ve “kaotik” bulundu.

3. Missa Solemnis (Op. 123): “Dinleyiciler için fazla zorlayıcı” olarak değerlendirildi.

Eleştirmenler arasında zamanının otoriterleri arasında yer alan Johann Friedrich Reichardt, Carl Maria von Weber ve Friedrich August Kanne gibi isimler bulunuyordu. Bu eleştirmenler, Beethoven’in eserlerini karmaşık ve anlaşılması zor buldular.

Eleştirilere Karşı Tutumu ve Vazgeçmemesi

Beethoven, eleştirmenlerin ve dinleyicilerin olumsuz yorumlarına rağmen kendi sanatsal vizyonunu sürdürmeye kararlıydı.

Beethoven’in müziği, duygusal derinlik ve teknik yeniliklerle doluydu. Bu durum, başlangıçta anlaşılmasını zorlaştırsa da, Beethoven müziğinin arkasında durdu ve zamanla hem müzik otoriteleri hem de halk tarafından saygı gören birine dönüştü.

Avrupa Birliği’nin resmi marşının, Ludwig van Beethoven’in 9. Senfonisi’nin (d-Moll, Op. 125) son bölümünden alındığını da hatırlatmak isterim.

Bir kitap yazdığınızı ve bu sürece büyük bir inançla yaklaştığınızı düşünün. Hayatınızın en büyük hayalini gerçekleştirmek için gecenizi gündüzünüze kattınız. Kitabı tamamlamak zaten başlı başına bir zorluktu; her satırı, her sayfası sizin için bir mücadeleydi. Ama sonunda, büyük bir zafer duygusuyla bitirdiniz. Eserinizi bağlantı kurduğunuz bir yayınevine gönderdiniz, kalbiniz umut ve heyecanla doluydu. Ancak, yayınevinden gelen cevap bir yıkım gibiydi: Kitabınız yayımlamaya değer bulunmamıştı.

Bu hayal kırıklığını sindirmeye çalışırken, cesaretinizi toplayarak ikinci bir yayınevine yöneldiniz. Onlar da kitabınızı beğenmediklerini söylediler. Her yeni ret mektubu, ruhunuzda derin yaralar açıyordu. Üçüncü, dördüncü derken, tam 12 yayınevi kitabınızı reddetti. Her bir red, inancınızı biraz daha sarsıyor, hayallerinizi biraz daha uzaklaştırıyordu. Her seferinde umutla dolup taşan kalbiniz, acı bir hayal kırıklığı ile karşı karşıya kalıyordu. Ancak, siz vazgeçmediniz, umudunuzu yitirmediniz ve mücadeleye devam ettiniz.

İşte bunlar yazar J.K. Rowling’in başına gelenlerdi. Sektörün otorite olan yayınevleri ve editörleri onu şu sözlerle reddetmişlerdi:

• “Kitabın içeriği fazla karmaşık.”

“Kitabın uzunluğu çocuk kitapları için fazla.”

• “Pazarlanabileceğini düşünmüyoruz.”

• “Çocuk kitabı pazarında bu tür bir eserin başarılı olacağını düşünmüyoruz”

• “Yeni ve tanınmamış bir yazara yatırım yapmayı riskli buluyoruz

Sonunda, Bloomsbury Yayınevi’nin küçük bir editörü olan Barry Cunningham, kitabı kabul etti. Bu karar, kısmen editörün genç kızının hikayeyi çok sevmesi ve daha fazlasını okumak istemesi üzerine verilmişti. Bloomsbury, ilk baskıda sadece 500 kopya bastı, ancak bu kararın ne kadar isabetli olduğu kısa sürede anlaşıldı. Kitap büyük bir başarı elde etti ve J.K. Rowling kısa sürede dünya çapında tanınan bir yazar haline geldi.

Kitap seri genelinde 500 milyondan fazla sattı.

Sanatınızın Işığını Asla Söndürmeyin

Sanatınızın ve inandığınız fikirlerin arkasında durun. Claude Monet, Ludwig van Beethoven ve J.K. Rowling gibi büyük isimler, yoğun eleştiriler ve reddedilmeler karşısında yılmadan sanatlarını savundular. Onlar, vizyonlarına olan sarsılmaz inançlarıyla yollarına devam ettiler ve sonunda dünya onları tanıdı, hayranlıkla kabul etti. Unutmayın, eğer yaptığınız şeyin değerine inanıyorsanız, tüm dünya size karşı dursa bile vazgeçmeyin. Kendi sanatınızın arkasında durun, çünkü gerçek başarı, cesaret, azim ve kararlılıkla gelir.

Bu, illa onlar kadar ünlü olacağınız ve tanınacağınız anlamına gelmez. Ama emin olun, birileri sizin değerinizi fark edecek. Yolunuz zorlu olabilir, eleştiriler canınızı yakabilir, ama sanatınıza sadık kaldığınız sürece, bir gün sizin de adınız en büyükler arasında anılacaktır. Sanatınızın ışığını asla söndürmeyin, çünkü o ışık, karanlıkları aydınlatacak ve geleceği şekillendirecektir.

Gün Batımı Bestesinin Hikayesi

Gün Batımı” adlı bestemin hikayesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bursa’ya ailemi ziyarete gitmiştim. Dönerken, çocukluğumun bir kısmının geçtiği Bursa’nın sahil kasabası Kumla’ya uğradım. Kış aylarında Kumla’nın sessizliği, diğer sahil kasabaları gibi derin bir huzur taşır. Gün batımında sahildeki çay bahçelerinden birinde oturup, bir çay içerek eski anılarımı hatırlamayı ve yola öyle devam etmeyi planlıyordum. O kadar güzel bir gün batımı oldu ki; güneş Armutlu tarafından denize gömülürken, gökyüzü gittikçe pembeleşti. Bu manzara karşısında içim tarifsiz duygularla doldu taştı. Evrenin büyüklüğünü, her şeyin birbiriyle olan bağlantısını ve bizim bu bütünün bir parçası olduğumuzu düşündüm. O an, evrenle bir olmuş gibi gökyüzünü izledim. Bu duygular, kelimeler yerine bir melodi olarak zihnimde belirdi.

İstanbul’a döndüğümde, kafamda beliren bu melodiyi hemen piyanoya döktüm.

Bu bestede, o an hissettiğim derin duyguları size de hissettirmeyi amaçladım. Umarım, bu duygular size de ulaşır. Teşekkür ederim.

Gün Batımı | Ney ve Piyano

Gün Batımı | 1 Saatlik Versiyon

Gün Batımı | Piyano Versiyon

Hakan Mengüç kimdir 2024

Yazar, besteci, akademisyen ve neyzen Hakan Mengüç, edebiyat, müzik, akademi ve Sufizm alanlarında sadece Türkiye’de değil, uluslararası arenada da öne çıkan bir isimdir. Girne Amerikan Üniversitesi’nde Sufi Felsefesi dersleri vererek ve aynı üniversitede kurulan Sufi Akademisi’nin başkanlığını yürüterek, Mengüç derin bilgisi ve çok yönlü yetenekleriyle tanınır. Yayımlanmış dokuz kitabı ve bu eserlerin 13 farklı dile çevrilişi, onun küresel bir etki yarattığının kanıtıdır.

Bursa doğumlu olan Mengüç, küçük yaşlardaki içsel arayışı sayesinde Sufi felsefesi ve ney müziği ile tanışmıştır. Bu tutku onu Osmanlıca ve Farsça öğrenmeye, Mesnevi üzerine çalışmalara ve dünyanın dört bir yanındaki ruhsal merkezleri ziyaret etmeye yönlendirmiştir. Bu yolculuk sırasında edindiği bilgi ve deneyimler, onun yazdığı kitaplara ve müzikal bestelerine yansımıştır.

Sakin üslubu ve sade anlatımıyla sosyal medyada milyonlarca kişiye ulaşırken, HM Genç Liderler Akademisi aracılığıyla 25 yaş altı gençlere yönelik ücretsiz eğitimler sunarak topluma katkıda bulunmuştur. Müzik eğitimine de büyük önem veren Mengüç, piyano ve ney performanslarıyla dinleyicilerini büyülemekte ve Spotify ile Apple Music üzerinden eserlerini geniş kitlelerle paylaşmaktadır.

Uluslararası alanda tanınan Mengüç, Türkiye dışında birçok ülkede ve üniversitede seminerler vermiştir. Hollanda’da Windesheim Üniversitesi ve Amsterdam Vrije Üniversitesi’nde; ayrıca Güney Danimarka Üniversitesi’nde düzenlediği seminerlerle bilinir. Bu seminerlerde Sufi felsefesi, müzikal performanslar ve doğu felsefesi üzerine değerli bilgiler sunmuş, katılımcılara kültürel ve spiritüel bir köprü kurmuştur.

TEDx konuşmaları ve uluslararası üniversitelerde verdiği seminerlerle Sufi felsefesini dünya çapında yaymaya devam eden Mengüç, içsel arayışından küresel bir etki yaratmaya uzanan bu etkileyici yolculukla, güçlü karakterini ve etkisinin sınırlarını açıkça ortaya koymaktadır.

Who is Hakan Mengüç

Author, composer, academic, and Ney player Hakan Mengüç is a distinguished figure not only in Turkey but also on the international stage in the fields of literature, music, academia, and Sufism. Teaching Sufi Philosophy at Girne American University and serving as the president of the Sufi Academy established within the same university, Mengüç is recognized for his deep knowledge and versatile talents. The publication of his nine books and their translation into 13 different languages is proof of his global impact.

Born in Bursa, Mengüç was introduced to Sufi philosophy and Ney music through his early inner quest. This passion led him to learn Ottoman Turkish and Persian, engage in studies on the Masnavi, and visit spiritual centers around the world. The knowledge and experiences gained during this journey have been reflected in his books and musical compositions.

While reaching millions on social media with his calm demeanor and simple expression, Mengüç has contributed to society by offering free education to young people under 25 through the HM Young Leaders Academy. Valuing music education, Mengüç has enchanted audiences with his piano and Ney performances and shared his works with a wide audience on Spotify and Apple Music.

Mengüç, recognized internationally, has given seminars in numerous countries and universities outside Turkey. He is known for his seminars at Windesheim University and Amsterdam Vrije University in the Netherlands, as well as at the University of Southern Denmark. In these seminars, he has provided valuable insights on Sufi philosophy, musical performances, and Eastern philosophy, building a cultural and spiritual bridge for participants.

Continuing to spread Sufi philosophy worldwide through TEDx talks and seminars at international universities, Mengüç’s impressive journey from an inner search to creating a global impact clearly showcases his strong character and the extent of his influence.

Hakan Mengüç, “Kalbin Uyanışı” Semineri ile Almanya’da Büyük İlgi Gördü

Hakan Mengüç, “Kalbin Uyanışı” Semineri ile Almanya’da Büyük İlgi Gördü (16-17-18 Şubat 2024)

Ünlü yazar, besteci ve akademisyen Hakan Mengüç, “Kalbin Uyanışı” adlı semineriyle Almanya’nın Stuttgart, Frankfurt ve Mannheim gibi önde gelen şehirlerinde büyük bir beğeni topladı. Programında ney ve piyano performansları da sunan Mengüç, Sufi felsefesi üzerine etkileyici sunumlarıyla katılımcılara benzersiz bir huzur deneyimi yaşattı.

Bu seminer serisinin biletlerinin hızla tükenmesi, Hakan Mengüç’ün sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda uluslararası alanda da geniş bir takipçi kitlesine sahip olduğunu gösterdi. Seminerlere gösterilen yoğun ilgi, Mengüç’ün sunduğu içeriklerin evrensel değerini ve farklı kültürler arasında köprü kurma becerisini ortaya koydu.

Almanya’daki bu seminerler, Mengüç’ün kültürel etkileşim ve spiritüel öğreti alanında önemli bir figür olmasının yanı sıra, Sufi felsefesini ve Türk müziğini dünya çapında tanıtmada da büyük bir adım olarak kabul ediliyor. Mengüç’ün seminerleri, katılımcılara sadece zengin bilgi ve müzik sunmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı kültürlerin ve düşünce sistemlerinin birleştirici gücünü de vurguluyor.

Eskiden insanlar neden daha mutluydu?

Düşünün ki, zamanın derinliklerine doğru bir yolculuk yaparak kendinizi 200 yıl öncesinde buluyorsunuz. Bir kral olarak, tüm zenginliğe ve iktidara sahipsiniz fakat günümüzün sıradan bir bireyinin elinde olan pek çok nimetten mahrum kalıyorsunuz. Zenginliğiniz ve kraliyet unvanınız, o dönemde, ne kadar güçlü olursanız olun, otobüsle seyahat etme ya da uçak yolculuğunun konforunu yaşama gibi imkanları size sunamıyor. Günümüzdeyse, modern gelişmeler sayesinde, zaman ve mekan kavramı inanılmaz bir hızla yeniden tanımlanıyor. Bir şehirden diğerine ya da farklı bir ülkeye seyahat etmek artık sadece birkaç saat sürüyor.

Örneğin, sadece 200 yıl önce, 1800’lü yıllarda, İstanbul’dan New York’a yapılan bir yolculuk günümüz standartlarına göre oldukça zorlu ve zaman alıcı bir süreç olurdu. Bu seyahat, Avrupa’nın batısına kadar at arabalarıyla kara yolculuğu yapmayı, ardından Atlantik Okyanusu’nu yelkenli gemilerle aşmayı ve Amerika kıtasında batıya doğru at sırtında veya at arabalarıyla uzun bir kara yolculuğu gerçekleştirmeyi gerektirirdi. Bu yolculuk aylar sürebilir, hatta koşullara bağlı olarak bir yıldan fazla zaman alabilirdi. Bugün ise, İstanbul’dan sadece 11 saat süren bir uçuşla New York’a varabiliyorsunuz.

200 yıl önce elektrik, buzdolabı, birçok ilaç, araba, uçak gibi imkanlar yoktu. Peki, bütün bu eksikliklere rağmen insanlar neden daha mutlu hissediyordu?

Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre, depresyon yaşayan kişi sayısında her geçen gün bir artış olduğu belirtiliyor. Bu artış, önceki yüzyıla kıyasla dikkat çekici düzeylere ulaşmış durumda. Ancak bazı uzmanlar, bu artışın bir kısmının, daha önceki dönemlerde yetersiz tanı koyma pratiklerinden kaynaklandığını da belirtiyorlar.

Bununla birlikte, çocukluğumuzdaki çevreye baktığımızda, insanların eskiden olduğu kadar mutlu olmadıklarını fark edebiliriz. Bu durumu sadece nostalji hastalığına bağlamak yetersiz kalır. Kendi deneyimlerimden hatırlıyorum; haftanın birçok günü ya komşularımız bize gelirdi ya da biz onlara giderdik. Sosyal bağlar, dertleri paylaşma, yardımlaşma ve zorluklarla dolu süreçlerde birlikte dayanışma içinde olma imkanı sunuyordu.

Geçmiş dönemlerde insanların neden daha mutlu olabileceği üzerine kısa bir araştırma yaptım ve bazı faktörler belirledim. Bu faktörleri birlikte inceleyelim ve bundan kişisel dersler çıkaralım:

A) Beklentiler ve Kıyaslama

Sosyal medya ve diğer iletişim kanalları, insanların sürekli olarak başkalarının hayatlarını gözlemlemelerine ve kendi yaşamlarıyla karşılaştırmalar yapmalarına olanak tanır. Bu sürekli kıyas yapma alışkanlığı, kişisel memnuniyetsizlik duygularını artırabilir ve bireylerin kendi yaşamlarını olumsuz bir ışık altında değerlendirmelerine sebep olabilir. Geçmiş dönemlerde, insanların kendi toplulukları veya yakın çevreleri dışında çok fazla karşılaştırma yapacak bir durumu olmadığı için, beklentiler daha gerçekçi ve ulaşılabilir düzeylerde kalıyordu.

Kıyas yapmanın kötü olmasının temel nedenleri arasında şunlar yer alır:

  1. Gerçeklikten Kopuk Beklentiler: Sosyal medyada paylaşılan içerikler genellikle kişilerin en iyi anlarını, başarılarını veya mükemmelleştirilmiş yaşam tarzlarını yansıtır. Bu, gerçek dışı beklentilere ve kendi gerçeklerimizle karşılaştığımızda hayal kırıklığına yol açabilir.
  2. Duygusal Yük: Sürekli olarak başkalarıyla kendimizi kıyaslamak, kıskançlık, yetersizlik hissi, özsaygıda düşüş gibi olumsuz duygusal durumları tetikleyebilir.
  3. Anı Yaşama Kapasitesinin Azalması: Kendi yaşamımızı sürekli başkalarınınkinin yanında değerlendirme eğiliminde olmak, şu anki anın tadını çıkarmamızı ve kendi başarılarımızı, mutluluklarımızı kutlamamızı engeller.
  4. Kişisel Gelişim Engeli: Kıyaslamalar, bireyin kendi değerlerine, hedeflerine ve ilgi alanlarına odaklanmasını engelleyebilir, böylece kişisel gelişimi ve kendini gerçekleştirmeyi olumsuz yönde etkileyebilir.

B) Basitlik ve Karmaşıklık:

Geçmişte insanlar, günlük yaşamlarını sürdürmek için net ve somut görevlerle meşgul olurlardı; örneğin, tarım, gündelik yapılması gerekenler, barınak sağlamak gibi faaliyetler, hayatta kalma mücadelelerinin temelini oluştururdu. Bu tür görevler, açık hedefler sunar ve bu hedeflere ulaşıldığında hemen tatmin sağlardı. Bireylerin çabaları ve sonuçları arasında doğrudan bir ilişki görülürdü, bu da onların emeklerinin somut sonuçlarını hızla görmelerini sağlar, dolayısıyla bir tatmin ve başarı hissi yaratırdı.

Buna karşılık, modern yaşamın getirdiği karmaşıklık, bireylerin hayatlarını yönlendirme şeklini değiştirmiştir. Teknolojinin ilerlemesi, küreselleşme ve toplumsal beklentilerin artması gibi faktörler, günlük yaşamı daha karmaşık hale getirmiştir. İş ve kişisel yaşamda sürekli değişen hedefler, bireylerin neyin gerçekten önemli olduğunu belirlemekte zorlanmalarına neden olabilir. Modern hayatta, çabalarımızın ve hedeflerimize ulaşmamızın sonuçları çoğu zaman uzun vadede ortaya çıkar ve bu süreç, çoğu zaman belirsizliklerle doludur. Bu belirsizlik, anlık tatminin azaldığı ve başarının somut ölçütlerinin bulanıklaştığı bir ortam yaratır.

Bu durum, bireylerin mutsuzluğunu artırabilir çünkü:

  • Karar Verme Güçlüğü: Hayatın karmaşıklığı, sürekli karar verme ihtiyacını beraberinde getirir. Bu da stres, kararsızlık ve pişmanlık duygularını tetikleyebilir.
  • Tatminin Ertelenmesi: Modern dünyada hedeflere ulaşmak genellikle zaman alır ve bu süreç, sabır gerektirir. Anlık tatminin azalması, motivasyon ve tatmin duygusunun azalmasına yol açabilir.
  • Değerlerin Belirsizliği: Modern toplumda, neyin değerli olduğu sürekli değişir ve bu, bireylerin neye odaklanacaklarını bilmede zorlanmalarına neden olur. Bu belirsizlik, hayatın anlamı ve amacı üzerine düşünürken tatminsizlik ve kaygıya yol açabilir.

Bu nedenle, modern hayatın karmaşıklığı ve sürekli değişen hedefleri, bireylerin neyin önemli olduğunu belirlemekte zorlanmalarına ve sonuç olarak mutsuzluk hissetmelerine neden olabilir. Bu durumla başa çıkmak için, basitlik prensiplerini hayatımıza entegre etmeye çalışmak, net hedefler belirlemek ve küçük, somut adımlarla bu hedeflere ulaşmaya odaklanmak faydalı olabilir.

C) Toplumsal Bağlar ve Yalnızlık:

Eski toplumlarda, insanlar sıkı topluluklar içinde yaşama eğilimindeydiler. Bu topluluklar, karşılıklı destek, güvenlik ve aidiyet duygusu sağlayarak bireyler arasındaki bağları güçlendirirdi. İnsanlar birbirlerine ekonomik, duygusal ve sosyal destek sunar, zor zamanlarda bir araya gelir ve mutlulukları paylaşırlardı. Bu, bireylerin sosyal ağlarının ve etkileşimlerinin doğal bir parçasıydı ve yalnızlık hissini önemli ölçüde azaltıyordu.

Modern toplumda ise, bireysellik ve yalnız yaşama eğilimi daha yaygındır. Bu durum, özellikle kentleşme, aile yapısındaki değişiklikler ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle kuvvetlenir. Sosyal medya ve dijital iletişim araçları, yüz yüze etkileşimlerin yerini alırken, gerçek sosyal bağları zayıflatabilir ve yanıltıcı bir bağlantı hissi yaratabilir. Böylelikle bireyler arasındaki derin ve anlamlı ilişkilerin sayısı azalır, sosyal izolasyon ve yalnızlık duyguları artar. 

D)Fiziksel Aktivite:

Geçmişte, insanların günlük yaşamı fiziksel aktivite gerektiriyordu. Tarım, avcılık ve toplayıcılık gibi temel yaşam faaliyetleri, insanları sürekli hareket halinde tutuyordu. Bu düzeydeki fiziksel aktivite, kalp sağlığını, esnekliği ve genel fiziksel dayanıklılığı iyileştirirken, stresi azaltıyor ve daha iyi uyku kalitesi gibi psikolojik faydalar sağlıyordu.

Bununla birlikte, günümüz yaşam biçimi daha hareketsiz bir yapıya bürünmüştür. Birçok kişi, iş veya eğitim nedeniyle uzun saatler boyunca oturarak zaman geçirir. Bu durum, fiziksel sağlık sorunlarına yol açabilir. Aynı zamanda, fiziksel aktivite eksikliği, ruh halinde dalgalanmalara, anksiyete ve depresyon riskinde artışa neden olabilir. Fiziksel hareketsizlik, ayrıca, zihinsel sağlık üzerinde de olumsuz etkilere sahip olabilir, stres yönetimi ve duygusal esneklik üzerindeki olumlu etkilerden mahrum bırakabilir.

Bu bağlamlarda, toplumsal bağların ve fiziksel aktivitenin azalması modern yaşamın getirdiği zorluklar arasında yer alır ve bireylerin mutluluk ve genel iyi oluş düzeylerini önemli ölçüde etkileyebilir. Bu sorunlarla başa çıkmak için, topluluk içinde daha fazla zaman geçirmek, sosyal ilişkileri güçlendirmek ve düzenli fiziksel aktiviteyi yaşam tarzı haline getirmek önemlidir.

Sufizm’de Aşk

Sufizmde Aşk

 “Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir, korka korka atar adımlarını halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği bırak kendini ko gitsin. Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap eder. Fakat hazineler ve defineler her zaman yıkıntılar arasında olur.”*

Hoş geldin yol arkadaşım.

Aşk olmadan yaşanmış bir ömür, boşunadır, beyhudedir. Yunus dediği gibi, 

“İşitin ey yarenler, ey dostlar. Aşk bir güneşe benzer, Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer, taş gönülde ne biter?” 

Peki ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım yoksa dünyevi mi, yoksa cismani mi? Ayrımlar ayrımları doğurur. Sen aşkı kalbine al gerisi gelir; 

“Aşkı edegör başına tac deme mecazi, aşık olanın gönlüne irfan gelir elbet.”

Sufizmde, aşk bir ayna gibidir; basit bir duygu değil, evrenin kendisini yansıtmasıdır. Bu aşk, bedensel sınırları aşarak, evrenin derinliklerini yansıtır. Sufi yolunda aşk, yalnızca bir duygu olmanın ötesindedir – kişinin kendi iç dünyasından geçerek ilahi olan ile birleşme yolculuğudur. Aşk, bu yolculukta kendini aşma ve dönüşüm aracıdır, sizi kendi sınırlarınızın ötesine taşır.

Bu yolda aşk, sadece bir sevgiliye olan çekimden çok daha fazlasıdır; yaratılışın her katmanına yönelik derin bir sevgidir. Allah’a ulaşmanın yolu, kişisel dönüşümden geçer. Aşk, bu dönüşümü mümkün kılan, kalbin kapılarını açan anahtardır. Aşk ile Sufi, egosunu aşar, daha yüksek bir bilinç düzeyine erişir ve böylece, varoluşun daha derin anlamlarını keşfeder.

Bu nedenle Sufizm’de aşk, bir arayıştır; Allah’a ulaşmanın, O’nu anlamanın ve O’nda kaybolmanın bir yoludur. Daha sonra bu arayış bir adayışa dönüşür. Aşk bizi bireysel sınırlarımızın ötesine taşır ve özümüzdeki ilahi ile bütünleşmemizi sağlar. Aşk ile biz, her şeyin ötesine geçeriz; aşk ile varlığın sırlarına erişiriz.

“Aşk imiş her ne varsa alemde, ilim bir kıylu kal imiş ancak” diyor Fuzuli. (Dünyada her şey aşktan ibaretmiş. İlim sadece bir dedikodu etmekmiş.)

Aşk, sadece hissedilen bir duygu değil, aynı zamanda kişiyi tepeden tırnağa değiştiren bir süreçtir. Aşk yolculuğuna çıkan herkes, istese de istemese de bu değişimi yaşar. Bu değişim, yürekle ve içtenlikle yaşanır; akıl burada sadece bir yol gösterici olabilir. Gerçek aşkı yaşamak için, kılavuz olarak yüreğini seçmeli ve nefsini bilenlerden olmalısın, silenlerden değil.

Sufi yolunda aşk, sabır ve teslimiyetin birleştiği bir deneyimdir. Bu aşk, zorluklara karşı direnç ve sürekli bir içsel arayışla bulunur. Bu yol, bireyi kendi benliğinin ötesine taşıyarak, ilahiye tam bir teslimiyetle bütünleşmeye yönlendirir. Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.

Sufizmde, Allah’a duyulan aşk, varlığın merkezinde yer alır ve sıradan bir bağlılık ya da ibadetten çok daha derindir. Bu derin aşk, tam bir teslimiyet, Allah’a yönelme ve O’nla bir olma arzusunu temsil eder. Sufiler için, Allah’a olan bu aşk hayatın en yüksek amacıdır ve bu sevgi, hayatlarını şekillendirip yönlendiren bir güçtür.

Mevlânâ “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı” diyor.

Sufilerin bu aşkı yaşamaları, içsel dönüşümler ve aydınlanma deneyimlerine yol açar. Bu mistik deneyimler, sıklıkla şiir, müzik, ney üfleme ve sema gibi sanatsal ifadeler aracılığıyla dile getirilir. Bu sanatsal ifadeler, Sufilerin içsel dünyalarında yaşadıkları derin dönüşümleri ve aydınlanmayı somutlaştırır.

Sufi öğretisinde, insanlar arasındaki sevgi, Allah’a olan sevginin bir tezahürü olarak kabul edilir. Bu sevgi, yargısız, koşulsuz ve sınırsız olmalıdır. Sufilere göre, her insan Allah’ın bir yansımasıdır. Ve şunu da unutmamak gerekir ki, evren zıtlıklar üzerine kuruludur. Şems şöyle der; “Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.”

Sufizmin derinliklerini ve güzelliğini en iyi şekilde yansıtan bir hikaye ile bu anlatımı sonlandırmak istiyorum. Benim en sevdiğim hikayelerden biridir bu;

Bir zamanlar, çölün derinliklerinde, aşkın en saf haliyle dolu bir genç vardı: Mecnun. O, Leyla’sının aşkıyla öylesine tutkulu, öylesine doluydu ki, dünyevi her şey onun için anlamını yitirmişti. Onun gözünde sadece Leyla vardı, onun aşkı, onun varlığı. Bu yüzden, Mecnun çölde, Leyla’sını düşünerek, onun hayaliyle dolanıyordu. Onun aşkı, Mecnun’a öyle bir huzur, öyle bir mutluluk veriyordu ki, çölün sıcağı bile ona serin bir bahar esintisi gibi geliyordu.

Bir gün, bu çölde, namaz kılan bir adama denk geldi ve onun önünden geçti. İnanışa göre namaz kılan kişinin önünde geçilmez, namazı bozulur. Fakat Mecnun, Leyla’sının aşkıyla öylesine dolu olduğu için, bu adamın varlığını bile fark etmedi.

Bu, namazını bozan adam için büyük bir kızgınlık kaynağı oldu. Adam namazını alelacele bitirip, hiddetle Mecnuna seslendi; “Ya kardeşim, koskoca çölde, namaz kılan bir adamın önünden geçecek başka bir yer bulamadın mı? Beni görmedin mi?”

Mecnun’un cevabı ise, içindeki aşkın derinliğini ve saf halini yansıtıyordu: “Kusura bakma. Ben Leyla’nın aşkından seni göremedim; peki sen, Mevla’nın aşkından beni nasıl gördün, hayret?!”

Hoşça kal yol arkadaşım.

Cihanı hiçe satmaktır, adı aşk
Döküp varlığı gitmektir, adı aşk

Elindekş şekeri sevgiliye sunup
Zehiri kendib yutmaktır, adı aşk

Belâ yağmur gibi gökten yağdığında
Bâşını ona tutmaktır, adı aşk

Bu âlem sanki ateşten bir denizdir
Ona kendini atmaktır, adı aşk

Var Eşrefoğlu Rumî bil hakikat
Vücûdu fâni etmektir, adı aşk

  • Eşrefoğlu Rumi

* Elif Şafak’ın Aşk adlı romanından alıntıdır.

Sufizm’de Tefekkür ve Meditasyon

Bugün sizlere Sufizmde tefekkür ve tefekkür meditasyonundan bahsedeceğim.

Sufizm, bir nehir gibidir; akar ve içindeki her şeyi kendi derinliğine çeker. Bu akışta, ‘tefekkür’ bir çeşit dalga gibidir – dalgalar hem suyun yüzeyinde oynar hem de onun derinliklerine var olur. Tefekkür, yüzeysel bir düşünme eylemi değil, zihnin okyanusunda bir dalıştır.

Bu derin dalışta, varoluşun gizemlerine dokunuruz. Her tefekkür anı, hayatın sonsuz anlamını araştırmanın bir yolu, ruhani bir keşif yolculuğudur. Sufi tefekkürü, zihni, kalbi ve ruhu bir arada dans ettiren bir müziğe benzer. Bu müzik, kişisel benliği aşarak, evrensel bir uyum içinde var olma hedefine yöneliktir.

Sufizmde tefekkür, bir deneyimden çok daha fazlasıdır; bir yaşam biçimidir. Bu derin düşünme sanatı, bireyin iç dünyasında sessiz bir devrim yaratır, onu adeta kozmik bir senfoniye katılımcı yapar. Böylece, Sufizm’de tefekkür, bireysel bir arayışın ötesinde, evrensel bir bilinç ve anlayışın melodisini çalmaktadır.

Tefekkür Meditasyonu, Sufi yolu üzerinde, bir çiçek gibi açılan kişisel içgörü ve ruhani bağlantının bir davetidir. Sufiler, bu meditasyonu sessizliğin derin sularında ve içe dönüklüğün gizemli mağaralarında gerçekleştirirler. 

Size özel bir tefekkür meditasyonu örneğini paylaşmak istiyorum. Bu örnekte, meditasyonumuzun merkezinde kalp olacak. Tefekkür meditasyonu, dere kenarında oturmak, kuş seslerini dinlemek ya da yürüyüş yapmak gibi çeşitli yollarla gerçekleştirilebilir. Ancak biz bu sefer, kalbe yönelik bir tefekkür meditasyonuna odaklanacağız.

Meditasyon

Hazırlık: Sufiler, meditasyon için, bir gölün kıyısında hafif bir rüzgarın esintisiyle sakinleşen su yüzeyi gibi huzurlu ve dingin bir yer bulurlar. Bu, bir tekkede ya da bir dere kenarında, ya da huzur veren sessizliğin melodisi eşliğinde olabilir. Neyseki modern dünyamızda böyle sessiz yerleri bulmak giderek zorlaşsa da, teknoloji yardımıyla üretilen yeni kulaklıklarla, dünyadan kopmamamıza yardımcı olabiliyor. Fakat umarım hepimiz için güzel mekanlarda, doğanın kalbinde de meditasyon yapma fırsatı doğar. Hadi devam edelim.

Daha sonra Ellerini, içlerindeki sonsuz evren olan kalplerinin üzerine koyarlar. Evet içimizdeki sonsuz evren olan kalbimiz. Sufilerin tecelligahı ilahi yani Allahın tecelli ettiği yer dediği kalbimiz. Daha sonra gözlerini kapatarak, tüm varlıklarıyla iç dünyalarına ve kalplerinin derinliklerine yönelirler.

Daha sonra nefeslerine odaklanırlar ve nefes alıp verişlerini hep bir zikir takip eder. Nefes alıp verirken, kainatın ritmiyle birlikte Allah’ın isimlerini fısıldarlar. Nefeslerini yavaşlatarak, her solukta Yaradanın sonsuz sevgisini ve varlığını hissederler.

Daha sonra Zihinlerini sessizliğe bırakır, kalplerinin gizemli yollarında bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukta, kişisel benliklerinin ötesine geçerek, Yaradanın varlığı ile bütünleşmeye niyet ederler. Beka ve Fena hali. Bir süre sessiz kalırlar.

Bu meditasyon sırasında, Sufiler evrenin her köşesinde Yaradanın var olduğunu derinden hissederler. Büyük Sufi Niyazi Mısri’nin dediği gibi, “İşit Niyazi’nin sözünü, hiçbir nesne örtmez Hakkın yüzünü, Haktan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş” Yani gönül gözünü açtığında kainatın her köşesinde Allahı zaten hissedersin, sadece o kalp gözünü aç, izin ver açılmasına.

Daha sonra yavaş yavaş tefekkür meditasyonun sonuna gelirler. Kalplerinde taşıdıkları bu kutsal deneyimi günlük yaşamlarına taşırlar.

Sufi geleneğindeki bu meditasyon türü, sadece zihinsel bir jimnastikten çok daha fazlasıdır; bu, kalbin ritimlerini ve ruhun sonsuz derinliklerini keşfetme dansıdır. Sufiler için, sadece gözlerini kapatarak başlayan bir yolculuk değildir tefekkür; kalplerinin derinliklerine ve evrenin gizemli sırlarına doğru bir yolculuğun başlangıcıdır. Her meditasyon seansı, onlar için, Yaradan’nın varlığını hissetme ve evrenin sonsuz bilgeliğine ulaşma yolunda adım adım ilerledikleri manevi bir yolculuktur. Bu yolculukta, her adım, onların iç dünyalarında daha derin bir farkındalık ve anlayış yaratır.

Sufizm’de Hikaye ve Tefekkür

Sufizm’de tefekkür meditasyonu, sadece içsel sessizliğe dalma pratiği değildir; bu uygulama, sözlerin, şiirlerin, müziklerin ve hikayelerin zengin dokusuna da yayılır. 

Bir Sufi ustası, öğrencilerine hikayeler anlatarak onların zihinlerini ve kalplerini aydınlatır. Bu hikayeler, genellikle yaşamın karmaşık gerçekliklerini basit ve etkileyici öğretilere dönüştüren metaforlar ve sembollerle doludur. Öğrenciler, bu hikayeleri dinlerken sadece kulaklarıyla değil, tüm varlıklarıyla dinlerler. Ardından, hikayenin içerdiği derin anlamlar üzerinde düşünmek ve meditasyon yapmak için zaman ayırırlar.

Bu süreçte, öğrenciler, hikayenin yüzeyindeki olayların ötesine geçerek, altında yatan daha derin manevi mesajları keşfederler. Böylece, bu hikayeler sadece akılda kalan güzel sözler değil, aynı zamanda ruhu dönüştüren ve aydınlatan deneyimler haline gelir.

Şimdi, bu öğretici hikayelerden birini seninle paylaşmak istiyorum. Bu hikaye, seni sadece düşündürmekle kalmayacak, aynı zamanda kendi iç dünyanda bir yolculuğa çıkmana vesile olacak. Dinle ve üzerinde tefekkür et; belki de bu hikaye, senin için yeni bir anlayışın kapısını aralayacaktır.

Bir zamanlar, bir Sufi, yalnız başına bir yolculukta, hayatın ritmine kendini bırakmış, yavaşça yürüyordu. Yolun kenarında, aniden hızla geçen bir atlı belirdi. Sufi, bu atlıya seslenerek, kendisini belirli bir şehre götürmesini rica etti. Atlı, bu talebi kabul ederek Sufi’yi atına aldı ve hızla yola koyuldular.

Yol boyunca hızlıca ilerlerken, Sufi’nin içinde bir yorgunluk, bir huzursuzluk belirdi. Atlıya durmasını, kendisinin biraz dinlenmesi gerektiğini söyledi. Atlı, bu talebi şaşkınlıkla karşılasa da durdu ve Sufi’yi dinledi. Sufi, sessizce bir yere oturdu, gözlerini kapadı ve meditasyon yapmaya başladı. Bir süre sonra, içsel huzurunu yeniden kazandığını hissederek, gözlerini açtı ve yolculuğa devam etmeye hazır olduğunu söyledi.

Nihayet varış noktalarına ulaştıklarında, atlı, Sufi’ye yolculuk sırasında neden durduğunu ve meditasyon yaptığını sordu. Sufi, sakin bir gülümsemeyle, “O kadar hızlı gittik ki, ruhumuz geride kaldı. Ben, onun bize yetişmesini bekledim,” dedi.

Hayat bir yarış değil, bir yolculuktur. Varılacak olan yer değil, yolculuğun kendisi güzeldir.

Hoşça kal yol arkadaşım.