Sufizmde Aşk
“Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir, korka korka atar adımlarını halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği bırak kendini ko gitsin. Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap eder. Fakat hazineler ve defineler her zaman yıkıntılar arasında olur.”*
Hoş geldin yol arkadaşım.
Aşk olmadan yaşanmış bir ömür, boşunadır, beyhudedir. Yunus dediği gibi,
“İşitin ey yarenler, ey dostlar. Aşk bir güneşe benzer, Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer, taş gönülde ne biter?”
Peki ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım yoksa dünyevi mi, yoksa cismani mi? Ayrımlar ayrımları doğurur. Sen aşkı kalbine al gerisi gelir;
“Aşkı edegör başına tac deme mecazi, aşık olanın gönlüne irfan gelir elbet.”
Sufizmde, aşk bir ayna gibidir; basit bir duygu değil, evrenin kendisini yansıtmasıdır. Bu aşk, bedensel sınırları aşarak, evrenin derinliklerini yansıtır. Sufi yolunda aşk, yalnızca bir duygu olmanın ötesindedir – kişinin kendi iç dünyasından geçerek ilahi olan ile birleşme yolculuğudur. Aşk, bu yolculukta kendini aşma ve dönüşüm aracıdır, sizi kendi sınırlarınızın ötesine taşır.
Bu yolda aşk, sadece bir sevgiliye olan çekimden çok daha fazlasıdır; yaratılışın her katmanına yönelik derin bir sevgidir. Allah’a ulaşmanın yolu, kişisel dönüşümden geçer. Aşk, bu dönüşümü mümkün kılan, kalbin kapılarını açan anahtardır. Aşk ile Sufi, egosunu aşar, daha yüksek bir bilinç düzeyine erişir ve böylece, varoluşun daha derin anlamlarını keşfeder.
Bu nedenle Sufizm’de aşk, bir arayıştır; Allah’a ulaşmanın, O’nu anlamanın ve O’nda kaybolmanın bir yoludur. Daha sonra bu arayış bir adayışa dönüşür. Aşk bizi bireysel sınırlarımızın ötesine taşır ve özümüzdeki ilahi ile bütünleşmemizi sağlar. Aşk ile biz, her şeyin ötesine geçeriz; aşk ile varlığın sırlarına erişiriz.
“Aşk imiş her ne varsa alemde, ilim bir kıylu kal imiş ancak” diyor Fuzuli. (Dünyada her şey aşktan ibaretmiş. İlim sadece bir dedikodu etmekmiş.)
Aşk, sadece hissedilen bir duygu değil, aynı zamanda kişiyi tepeden tırnağa değiştiren bir süreçtir. Aşk yolculuğuna çıkan herkes, istese de istemese de bu değişimi yaşar. Bu değişim, yürekle ve içtenlikle yaşanır; akıl burada sadece bir yol gösterici olabilir. Gerçek aşkı yaşamak için, kılavuz olarak yüreğini seçmeli ve nefsini bilenlerden olmalısın, silenlerden değil.
Sufi yolunda aşk, sabır ve teslimiyetin birleştiği bir deneyimdir. Bu aşk, zorluklara karşı direnç ve sürekli bir içsel arayışla bulunur. Bu yol, bireyi kendi benliğinin ötesine taşıyarak, ilahiye tam bir teslimiyetle bütünleşmeye yönlendirir. Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.
Sufizmde, Allah’a duyulan aşk, varlığın merkezinde yer alır ve sıradan bir bağlılık ya da ibadetten çok daha derindir. Bu derin aşk, tam bir teslimiyet, Allah’a yönelme ve O’nla bir olma arzusunu temsil eder. Sufiler için, Allah’a olan bu aşk hayatın en yüksek amacıdır ve bu sevgi, hayatlarını şekillendirip yönlendiren bir güçtür.
Mevlânâ “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı” diyor.
Sufilerin bu aşkı yaşamaları, içsel dönüşümler ve aydınlanma deneyimlerine yol açar. Bu mistik deneyimler, sıklıkla şiir, müzik, ney üfleme ve sema gibi sanatsal ifadeler aracılığıyla dile getirilir. Bu sanatsal ifadeler, Sufilerin içsel dünyalarında yaşadıkları derin dönüşümleri ve aydınlanmayı somutlaştırır.
Sufi öğretisinde, insanlar arasındaki sevgi, Allah’a olan sevginin bir tezahürü olarak kabul edilir. Bu sevgi, yargısız, koşulsuz ve sınırsız olmalıdır. Sufilere göre, her insan Allah’ın bir yansımasıdır. Ve şunu da unutmamak gerekir ki, evren zıtlıklar üzerine kuruludur. Şems şöyle der; “Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.”
Sufizmin derinliklerini ve güzelliğini en iyi şekilde yansıtan bir hikaye ile bu anlatımı sonlandırmak istiyorum. Benim en sevdiğim hikayelerden biridir bu;
Bir zamanlar, çölün derinliklerinde, aşkın en saf haliyle dolu bir genç vardı: Mecnun. O, Leyla’sının aşkıyla öylesine tutkulu, öylesine doluydu ki, dünyevi her şey onun için anlamını yitirmişti. Onun gözünde sadece Leyla vardı, onun aşkı, onun varlığı. Bu yüzden, Mecnun çölde, Leyla’sını düşünerek, onun hayaliyle dolanıyordu. Onun aşkı, Mecnun’a öyle bir huzur, öyle bir mutluluk veriyordu ki, çölün sıcağı bile ona serin bir bahar esintisi gibi geliyordu.
Bir gün, bu çölde, namaz kılan bir adama denk geldi ve onun önünden geçti. İnanışa göre namaz kılan kişinin önünde geçilmez, namazı bozulur. Fakat Mecnun, Leyla’sının aşkıyla öylesine dolu olduğu için, bu adamın varlığını bile fark etmedi.
Bu, namazını bozan adam için büyük bir kızgınlık kaynağı oldu. Adam namazını alelacele bitirip, hiddetle Mecnuna seslendi; “Ya kardeşim, koskoca çölde, namaz kılan bir adamın önünden geçecek başka bir yer bulamadın mı? Beni görmedin mi?”
Mecnun’un cevabı ise, içindeki aşkın derinliğini ve saf halini yansıtıyordu: “Kusura bakma. Ben Leyla’nın aşkından seni göremedim; peki sen, Mevla’nın aşkından beni nasıl gördün, hayret?!”
Hoşça kal yol arkadaşım.
Cihanı hiçe satmaktır, adı aşk
Döküp varlığı gitmektir, adı aşk
Elindekş şekeri sevgiliye sunup
Zehiri kendib yutmaktır, adı aşk
Belâ yağmur gibi gökten yağdığında
Bâşını ona tutmaktır, adı aşk
Bu âlem sanki ateşten bir denizdir
Ona kendini atmaktır, adı aşk
Var Eşrefoğlu Rumî bil hakikat
Vücûdu fâni etmektir, adı aşk
- Eşrefoğlu Rumi
* Elif Şafak’ın Aşk adlı romanından alıntıdır.